8 Aralık 2019 Pazar

Evliya Çelebi

Türk ve dünya tarihinin en büyük gezgini ve en büyük seyahat kitabının yazarı olan Evliya Çelebi 25 Mart 1611 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Ataları Kütahyalı olan yazarın babası Saray-ı Âmire’nin kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi’dir. Annesi Abaza’dır ve yakın dostluğunu kazanacağı Sadrazam Melek Ahmed Paşa’nın akrabasıdır. Dedelerinin, Türklerin büyük velisi Hoca Ahmed Yesevi’ye ulaştığım eserinde yazar.
Evliya Çelebi, babasının Sarayda nüfuzlu kişilerden ve zamanın tanınmış şahsiyetlerinden olması dolayısıyla önemli hocalarından eğitim almıştır. Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’nde 7 yıl okumuş, Müderris Ahfeş Efendi’den ders almış, musıkî eğitimini Derviş Ömer Efendi’den alarak iyi bir musiki bilgisine sahip olmuştur. Sa’dîzade Dârülkurrası’nda okuyarak hafız olmuştur. Sultan IV. Murad’ın emriyle alındığı Saray’da 2 yıl kalmış ve burada da eğitimine devam ederek hat ve musiki dersleri almıştır.
Evliya Çelebi, iyi bin eğitim almanın yanı sıra zamanının geçerli yabancı dilleri olan Arapça ve Farsçayı öğrendikten sonra babasının komşusu kuyumcu Simyon’dan Rumca öğrenmiş, bir miktar da Latince dersi görmüştür.
Yazarımız hiç evlenmemiştir. Ömrünü bekâr olarak geçirmiştir. Kendi ifadesiyle sakalı ve bıyığı olmayan, devamlı tıraş olan bir çelebidir.
Gezmeye düşkünlüğü dolayısıyla, gezmek için her sebepten yararlanmış ve bütün ömrü boyunca gezmiştir. Seyahatname boyunca defalarca ifade ettiği üzere, Rum, Arap ve Acem’de, İsveç, Leh ve Çek’te, 7 iklim ve 18 padişahlık yeri 51 yıl boyunca gezip dolaşmıştır. Bütün bu gezdiği coğrafyada 147 dilden kelimeler toplamıştır.
Evliya Çelebi’nin bugün Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan ve özgün metni 4.000 sayfa tutan 10 ciltlik seyahatnamesinden başka Şakaname diye bir eserinin olduğunu da bize haber vermektedir. Ancak bugüne kadar izine rastlanmamıştır. Evliya Çelebi’nin hayatına dair bildiklerimizin tamamı kendi anlattıklarıdır. 51 yıllık gezi hayatı boyunca devamlı not tutmuş, nerelere gittiğini, ne yaptığım, kimlerle görüştüğünü uzun uzun yazmıştır. Hangi tarihte ve nerede öldüğü kesin olarak tespit edilememiştir. Ancak, yalnızlık köşesine çekildiği Mısır’da 1685 tarihinden sonra öldüğü tahmin edilmektedir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan 1-8. ciltleri yazarın el yazısı olduğu kabul edilmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdad Köşkü Bölümü 304 numarada bulunan 1 ve 2. ciltler 374 yaprak, 305 numarada bulunan 3 ve 4. ciltler 408 yaprak, 307 numarada bulunan 5. cilt 187 yaprak, 308 numarada bulunan 7 ve 8. ciltler 383 yaprak ve Revan Köşkü 1457 numarada bulunan 6. cilt 188 yapraktır. Bu serinin ne yazık ki 9 ve 10. ciltleri elimizde yoktur. Evliya Çelebi’nin ölümünden sonra Mısır’ dan İstanbul’a intikal eden bu değerli eserin 9 ve 10. ciltlerinin çok yıpranmış olduğu bilinmektedir. Zamanın hattatları tarafından 3 nüsha çoğaltılmıştır. Bu çoğaltma nüshalarından biri tam metin olarak Süleymaniye Kütüphanesi Pertev Paşa Bölümü’nde, diğeri Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa Bölümü’nde, bir diğeri ise yine Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdad ve Revan Köşkü bölümlerinde bulunmaktadır. Bir cilt de İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde vardır.
Seyahatname’nin özgün nüshası rik’a hatla aharlı kağıda yazılmıştır. Her cildin sayfalan çok ölçülü ve düzgündür. Sayfalar genelde 36 satır olarak düzenlemniştir. Bazı ciltlerde satır sayısı 40’a kadar çıkmaktadır. Seyahatname 5. cilde kadar çok dikkatle yazılmış, noktalar konulmuş ve keşideler düzgün olarak çekilmiştir. Evliya Çelebi, hassas olduğu veya doğru okunmasını İstediği kelimelerde hareke koymuştur. Bölge ağzını ve söylenişini belirtmek için nokta ve harekelere dikkat etmiştir. Ancak 5. ciltten itibaren harflerin keşideleri ve kulakları çoğu zaman eksiktir. Hele bazı keşide ve noktadan eser yoktur. Bu durum, yazarımızın yaşlılık dönemine rast geldiğinden fırsat bulamadığını düşündürmektedir. 9 ve 10. ciltlerin, Evliya’nın el yazısı nüshası olmadığından yıpranmış olan nüshadan çoğaltılmıştır. Hattatlar, eksik ve yıpranmış olan yerdeki bazı kelimeleri kendilerine göre yorumlamışlar, bazen de cümlenin gelişine göre kendiliklerinden eklemeler yapmışlardır.

Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa Bölümü’nde 449 ve 450 numarada kayıtlı ciltlerin başında Hacı Beşir Ağa’nın mührü üstünde 1158 (1745) tarihi yazılıdır. Bu çoğaltılan nüshalardan biri Evliya Çelebi’nin vefatından yaklaşık 60 yıl sonra Hacı Beşir Ağa Kütüphanesi’ne intikal etmiştir. Pertev Paşa ve diğer nüshaların da aynı zamanda çoğaltıldığı tahmin edilmektedir.
Seyahatname, ünlü tarihçi Joseph v. Hammer tarafından ilim dünyasına tanıtılıncaya kadar kütüphanelerde saklı kalmıştır. 1843 yılında Müntehabat-ı Evliya Çelebi adıyla ilk seçme yayınlanmıştır. Tam metin olarak 1896 yılında tarihçi ve İkdam Gazetesi sahibi Ahmed Cevdet tarafından yayınına başlanmış ve 1900 yılına kadar ilk 6 cildi yayınlanmıştır. Kilisli Rifat [Kardam] tarafından hazırlanan 7 ve 8. ciltleri 1928 yılında Türk Tarih Encümeni tarafından, 9 ve 10. ciltleri ise 1935 ve 1938 yıllarında Maarif Vekâleti tarafından yayınlanmıştır. Bu seride yayınlanan ciltlere Pertev Paşa Bölümü’ndeki nüsha esas alınmıştır. Bu tam metin olarak ilk yayını ne yazık ki sansüre uğramış, olur olmaz kısımlar çıkarılmış, atlanmış, kelimeler değiştirilmiş ve bazı kelimeler de yanlış okunmuştur. Hem ülkemizde, hem de yabancı ülkelerde yapılan yayınlar bu sansürlü ve eksik yayın esas alınarak yapıldığından pek çok yeni yanlışı da beraberinde getirmiştir.
Seyahatname ilk baskısına başlandığı 1896 yılından tam 100 yıl sonra ilk ciddi yayınına kavuşmuştur. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdad Köşkü Bölümü’nde bulunan ve Evliya Çelebi’nin kendi el yazısı olduğu kabul edilen esas nüsha esas alınarak 1. cilt Orhan Şaik Gökyay tarafından hazırlamış ve Yapı Kredi Yayınlan tarafından yayınlanmıştır. İlk yayını üzerinden tam 100 yıl geçtikten sonra, 1996 yılında çıkan bu ilk ciltten sonra Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı, diğer ciltleri yayınlamaya başlamışlardır. 2. ciltte Zekeriya Kurşun, 5. ciltte İbrahim Sezgin, 7, 8, 9 ve 10. ciltte ve daha sonra yeniden yayınlanan 1. ciltte Robert Dankoff ekibe katılmıştır. 1996 yılında yayınlanan ilk ciltten 11 yıl sonra, yani 2007 yılında bu dünya çapındaki eserin yayını tamamlanmıştır.
Günümüz okuyucusunun da yararlanması düşüncesiyle Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi adıyla 2003 yılında 1. cildini, 2005 yılında 2. cildini, 2006 yılında 3. cildini ve 2010 yılında 4. Cildini yayınlamıştır. Bundan sonra Seyit Ali Kahraman tarafından devam ettirilen serinin 5. ve 6. cildi 2010, 7, 8, 9 ve 10 ciltleri de 2011 yılında yayınlanarak seri tamamlanmıştır. Ayrıca 2010 yılında eserin tamamına örnek teşkil etmesi açısından Seyit Ali Kahraman tarafından Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler adıyla bir seçme kitap yayınlanmıştır.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin gerek ülkemizde ve gerekse yurt dışında İngilizce, Sırpça, Macarca, Yunanca, Romence, Ermenice ve pek çok dile çeviriler yapılmış ve yayınlanmıştır. Bu yayınlar ilk baskı esas alınarak yapıldığından ne yazık ki pek çok eksikler içermektedir.
Seyahatname’nin Yazılışı
Türk tarihinin ve dünyanın en önemli ve en büyük seyahat kitabı olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin yazılış şekli hakkında bugüne kadar birtakım görüşler ileri sürülmüştü. Biz burada yine kendi eserinden yola çıkarak 10 cilt boyunca tespit edebildiğimiz bilgiler ışığında eserinin yazılışı hakkında tespitlerde bulunmaya çalışacağız.
Evliya Çelebi, bilindiği gibi gördüğü bir rüya üzerine gezmeye başlamış ve 51 yıl süren seyahati sonunda eserini yazmıştır. Rüyada meydana gelen bir dil sürçmesi sonucunca “Şefaat ya Resulallah diyecek yerde seyahat demişiz”le başlayan bir maceranın sonunda böylesine büyük bir eser meydana gelmiştir.
Rüyasında kendisine rehberlik eden sahabeden Sa’d bin Ebî Vakkas’ın rüyada anlattıkları ve habersiz çıktığı Bursa seyahatinden dönüşünde babasının öğütleri yazarımızın eserinin formatını oluşturmuştur. Rüya hakkında her ne kadar yorumlar yapılsa da biz gerçek olduğuna inanmak istiyoruz. Her ne olursa olsun dünya kültür hayatına böyle büyük bir eser kazandırmıştır.
Evliya Çelebi, gezip dolaştığı yerlerde öncelikle o yerin yöneticilerinden bilgiler almış, bölgenin kayıtlarım ve sicillerini incelemiş, subaşı ve diğer ileri gelenlerden istifade etmiş, halkla görüşmüş, bütün bunlara ilave olarak da kendisi bizzat gezip görerek, ölçüp biçerek edindiği bilgileri tek tek yazmıştır. Edindiği bu bilgileri yanında saklamış ve son durağı olan Mısır’da bir araya getirip sistemli bir şekilde ve gezi sırasına göre yazmıştır. Seyahate başladığından yaklaşık 10 yıl sonra gittiği yerde de 51 yıl ifadesini kullanmakta idi. Gezip dolaşması bitmiş, yaşı ilerlediğinden gezmeye gücü dermanı kalmamış, garip, kimsesiz kalıp künc-i vahdete (yalnızlık köşesine) çekildiği Mısır’ da eserini yazarken yine bu 51 yıl ifadesini kullanmıştır.
Evliya Çelebi, gezisi sırasında daha sonra gittiği yerlere atıflarda bulunmuştur. 1649 tarihlerinde gitmiş olduğu 3. ciltte hem Mısır’a gittiğini hem de Heyhat Sahrasına gittiğini ve orada gördüklerini yazmıştır. Mısır’a 1672’de, Heyhat Sahrasına 1665 yılında gitmiştir.
Yine 1649 yılı gezisini yazdığı 3. ciltte hacca gittiği sene [1671] gördüğü Kasımiye Kalesi’nden bahseder.
4. ciltte Irak ve Doğu Anadolu seyahatini yaparken yine 10. ciltte anlattığı Mısır’a [1672] atıf vardır. Irak seyahatini 1656 yıllarında yapmıştır.
Bu birkaç örnek de gösteriyor ki gezip dolaştığı yerde not tutup daha sonra Mısır’da bir araya getirmiştir. Yukarıda örneği verildiği gibi bazen müsveddelerini de kaybettiği olmuştur.
Seyahatname’nin 4. cildinde 1656 yılında Şat bölgesine yaptığı seyahate ait kısımda 51 yıl seyahat ettiğini, Seyahatname’nin 7. cildinde 1666 Mayıs’ında Kalmuk ülkesine yaptığı seyahate ait kısımda da yine 51 yıl seyahat ettiğini yazmaktadır. Bu iki ifadeden de anlaşılacağı gibi bütün gezileri bitirdikten sonra Mısır’da otururken Seyahatname’sini yazmıştır.
Seyyahımız bazı yerlere birkaç defa gitmiştir. 1652’de gittiği İhtiman’a ait bilgiler arasında 1661 tarihinde yapılmış bir çeşmenin kitabesi de yazılıdır. Gezinin anlatıldığı tarih ile çeşmenin tarihinin arasında 9 yıllık bir fark vardır, yani buraya yaptığı seyahatten 9 yıl sonra yapılan çeşmenin tarihini vermektedir. Buradan çıkardığımız sonuç ise, buraya iki defa uğradığı ve iki seyahat sırasında aldığı notları yazarken bu iki seyahatin bilgilerini birleştirdiği fakat bu bilgileri önceki seyahatin yazıldığı cilde kaydettiğidir. Bu da kitabın en son yazıldığına başka bir delildir.
Bu seyahat notlarını bazen birleştirmiş, bazen de bir diğerine gönderme yapmıştır. Mesela 1649 tarihinde Orta Doğu’da bazı yerlere vergi tahsil etmek için gitmişti. Burada uğradığı yerlere ait ya bilgi vermemiş veya kısa bilgilerle geçiştirmiştir. Bu yerlere ait bilgileri, hacca gittiği yıla ait olan seyahat bilgilerini yazdığı 9. ciltte genişçe vermiştir ki bu cildin ve haccın tarihi 1671’dir. Yani 3. cildin seyahatinin kapsadığı yıl olan 1649 yılından 22 sene sonra yapacağı seyahatin ve yazacağı yazının haberini vermektedir. Bu imkânsız olduğuna göre notlarını toplayıp hepsini bir arada yazmıştır. Yukarıdaki tarihte yaptığı ve Seyahatname’nin 3. cildinde geçen bazı yerlere ait bilgiler şöyledir.
Seyahatname’nin Ciltlere Göre İçeriği
Birinci Cilt
Evliya Çelebi, rüya sonrası kendisine tembih edildiği gibi İstanbul’u gezip dolaşır, İmparatorluğun bu büyük başkenti İstanbul ile ilgili kitapları okuyup özetler çıkarır ve bugün pek çoğu kaybolmuş bilgileri bize intikal ettirir. “Şu İstanbulcağızı. … ” diye başlayan cümle ile bize çok değerli bilgiler bırakır.
İlk rüyayı gördüğü zaman 19 yaşını biraz geçmiştir, 1040 Muharremi [19 Ağustos 1630]. Bu rüyada aldığı talimatla İstanbul’u gezip dolaşmaya, tanımaya ve yazmaya başlamıştır. Rüyadan 10 yıl sonra çıktığı ilk seyahati olan Bursa gezisine kadar geçen zaman içinde hem İstanbul’u dolaşmış, hem öğrenimine devam etmiş, hem de 1636-1638 yıllan arasında Saray’a intisap ederek 2 sene boyunca padişah Sultan IV. Murad’a musahiblik yapmıştır.
İstanbul’un isminin nereden geldiği, tarihi yapılan, surları, semtleri, kapıları, dikili taşları, karada ve denizde bulunan bütün tılsımları, mesire yerleri, bağları, bahçeleri, işlikleri, madenleri, suları, hamamları, yiyecek ve içecekleriyle bir döküm verir.
İstanbul’un ve fetihten sonra Osmanlı Devleti’nin tarihini yazar. Devletin o günkü eyalet sistemiyle yapısını, sancaklarını, gelirlerini, bütün padişahların saltanat yılları, vezirler, âlimler, şairler, ermiş kişiler, cami, medrese, çeşme ve diğer bıraktıkları eserlerini anlatır.
1635 yılında Sultan IV. Murad’ın huzurunda yapılan esnaf geçidini anlatır ki bu da başlı başına bir şaheserdir. Gerçi birtakım kaynaklardan yararlanmıştır ama bu konuda Evliya Çelebi Seyahatname’si başlı başına bir kaynak niteliğini kazanmıştır.
İstanbul’un 4 mevleviyet yerinde 54 bölümde 1. 100 adet esnaf sayar. Bunları mensup olduğu loncaları, yaptığı işleri ve birbirleriyle bağlantıları açısından sınıflara ayırır. Bütün esnaf kuruluşlarını, pirlerini, hangisinin diğerine tabi olduğunu, aralarında ne gibi bağlantı bulunduğunu tek tek yazar. Başka bir kaynak bulunmasa bile 1. ciltte geçen esnaf bölümleri XVII. yüzyıl Osmanlı sosyal ve iktisadi hayatını anlatmaya yetecek kadar bilgiler doludur.
Evliya Çelebi’nin bu büyük eserinde sık sık rastladığımız meczup ve hâl sahibi kişiler vardır. Bu kişilere ait bilgilerin çoğunluğu bu 1. ciltte verilmiştir. Hâlen günümüzde bilinen ve anlatılan İstanbul’un eski meczup hikayelerinin kaynağı Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. İstanbul’un fethini geciktirdiği anlatılan Yâvedûd Sultan, hikayeleri bol bol anlatılan Kapanî Mehmed Efendi, Yetmiş Guruş Dede ile ilk uçan Türk Hezârfen Ahmed Çelebi ve ilk Türk füzesi Lâgarî Çelebi de yine Seyahatname’de geçmektedir. Kendi ifadesiyle bunun gibi nice yüz hikâyeler vardır.
İkinci Cilt
İstanbul’un etraflıca anlatıldığı 1. cilt aslında seyahat notları olmayıp bir nevi İstanbul tarihi ve İstanbul güzellemesidir. Evliya Çelebi, gerçek seyahate 2. Ciltte başlar. İlk seyahati, yine bir Osmanlı başkenti olan Bursa’yadır, oraya gider, gezip dolaşır ve toparladığı bilgileri yazar. Babasından habersiz, adeta kaçak olarak çıktığı bu seyahat sonunda babasından azar işitir. Ancak gezmeye hevesli bu genci sevdasından vaz geçirmenin mümkün olmadığını gören babası, bari seyahatleri baba rızasıyla olsun diye izin verir. Gezginimize hayat düsturu olacak bir öğüt verir, verdiği bu öğüt insani ve ahlaki bir vasiyettir. Bütün dünyayı gezip dolaşmasını ve görüp öğrendiklerini yazıp bir Seyahatname meydana getirmesini vasiyet eder.
Evliya Çelebi bundan sonra Trabzon’a tayin edilen baba dostu Ketenci Ömer Paşa ile Trabzon’a gider, oradan Anapa’ya geçer. Kırım’da Serdar Hüseyin Paşa ordusuyla Azak Kalesi savaşına katılır. Kalenin fethi mümkün olmayınca Bahadır Giray Han’ın yanına gider. Bir süre orada kaldıktan sonra deniz yoluyla İstanbul’a dönerken Karadeniz’ de şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Gemisi batar ve bir ağaç parçasına tutunarak bugün Romanya topraklarında bulunan Keliğra kıyılarına çıkar. Oradan İstanbul’a gelir. Bu tehlikeli yolculuktan sonra 4 yıl  İstanbul’da kalır.
1645 yılında Deli Hüseyin Paşa ile Girit’e gidip Hanya fethine katılır.
Ertesi yıl Defterdarzade Mehmed Paşa’nın Erzurum beylerbeyiliğine tayin edilmesi üzerine onun musahibi ve müezzini olarak Erzurum’a gider. Oradan Azak Kalesi’nin fethine katılır. Azerbaycan’ı ve Doğu Anadolu’yu dolaşır. Tebriz’e gider, orada Tebriz Hanıyla görüşüp sohbet eder. Tekrar İstanbul’a döner.
Üçüncü Cilt
1648 yılında Şam’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkmasıyla başlar. Çini kenti İznik üzerinden Eskişehir, Seyyid Battal Gazi hikayesi, Akşehir’de Nasreddin Hoca ziyareti, ardından Konya gezisi gerçekleşir. Selçukluların büyük başkenti Konya bu ciltte anlatılmaktadır. Ardından Murtaza Paşa ile Şam’a gider. Bugünkü Suriye topraklarının çoğunu, Beyrut ve Filistin’de bazı yerleri dolaşır. Sayda ve Beyrut köylerinde kalan vergileri toplamaya gider, böylece vergi tahsildarlığı yapmış olur. Orta Doğu’nun karışık millet haritasını çok güzel şekilde kitabına aktarır, onların dillerini, inançlarım ve yaşayış biçimlerini bize anlatır.
Murtaza Paşa’nın Sivas’a atanmasıyla Sivas’a geçer. Bu arada Orta Anadolu’yu Kayseri, Niğde ve Aksaray’ı gezer. Melek Ahmed Paşa’nın Sofya valiliğine atanmasıyla Balkanlara geçer. Sofya ve Edirne’yi gezer. Osmanlı Avrupasına ilk seyahat de böylece başlamıştır.
Dördüncü Cilt
Malatya seyahatiyle başladı. Oradan Diyarbakır, Melek Ahmed Paşa’nın yanında Bitlis Hanı’nın tenkili olayına katıldı, Van’a gitti, Van Derneği’nde bulundu. Van’dan İran’a geçti, Urumiye, Nihavend, Hoy, Merend, Hemedan, Kazvin, Dümbüli, Dümdümi üzerinden Bağdad’a gitti. Bağdad hakkında ve özellikle Bağdad, Hile ve Kerbela’da yatan İslam büyüklerine dair çok güzel ve geniş bilgiler vermektedir. Tarihin en acı ve en utanç verici olaylarından olan Deşt-i Kerbela Olayı’nı sanki acısını duyarak anlatır. Basra’yı ve Körfez bölgesini gezer. Bağdad dönüşü Erbil, Süleymaniye, İmadiye, Musul, Nusaybin, Cizye, Mardin üzerinden Siirt’e gelir. Yol üzerindeki ecnas-ı mahlûkat hakkında geniş bilgiler verir. Bu bölgenin karmaşık insan yapısını anlatır. Yezidi, Halti, Keldani, Kürt ve Araplarla ilgili günümüze ışık tutacak geniş malumatlar verir. Yezidilerin inanç ve geleneklerine dair geniş bilgiler de içeren bu ciltte dünyada tek Mardin bölgesinde bulunan köpek mezarlığından söz eder.
Beşinci Cilt
Dördüncü ciltte son durağı olan Bitlis’ten alelacele kaçarak Siirt’e, oradan da Tokat üzerinden İstanbul’a geldi. Varna, Deliorman, Bender’i dolaşıp tekrar İstanbul’a döner. Daha sonra bütün seyahatlerini paşalarla birlikte ve bazen de görevli olarak yapan seyyahımız, 51 yıl süren gezisi boyunca bir defa padişahın maiyetinde seyahate çıkmıştır. Sultan IV. Mehmed ile Marmara bölgesini gezdi. Kale-i Sultaniye ve Biga’yı görür, oradan yine Trakya’ya geçer. Sultan IV. Mehmed’in Celâlîlerin Anadolu’da kalan artıklarını temizlemek için çıktığı sefere padişahtan önce çıkmış ve ona yolda katılmıştır. Gerek ikinci ciltte ve gerekse bu ciltte Celâlîlerle ilgili bilgi verirken onların bazı konularda haklılıklarını ispat edecekmiş gibi bilgiler ve örnekler verdiğine tanık olmaktayız. Gerçi isyanın ve zulmün yanında değildir ancak bu bahane ile pek çok insanın Celâlîdir diye haksızlığa ve zulme uğradığını yazar. Hele bu ciltte masum bir genci kılıcın nasıl kesmediğini anlatır. Bu masum insanın hikayesi kitabın sonunda Dördüncü Bölüm’de verilmiştir. Daha önce yaptığı Balkanlar gezisinden sonra bu sefer başladığı Avrupa gezisi yıllar boyu sürecek ve Kafkasya, Kırım, Romanya, Macaristan, Sırbistan, Adriyatik kıyılan, Arnavutluk, Yunanistan ve Girit, Avrupa kıtasındaki Osmanlı topraklarında gezip görmediği yer kalmayacaktır. Ayrıca Avusturya, Slovenya, Çek, Lehistan vs. gibi Osmanlı komşularının topraklarını da gezecek, hatta bazı yerlere tekrar tekrar gidecektir.
Bu ciltte gezdiği yerler: Bitlis, Van, Siirt, Tokat, Edincik, Kale-i Sultaniye, Gelibolu, Malkara, Edirne, Varna, Özü, Akkirman, Bender, Hotin, Silistre, Bükreş, Yaş, İshakçı, Erdel diyarı, yani Romanya toprakları, Niş, Belgrad, Saraybosna, Mastar, Banyaluka, Varat, Venedik illeri, Dodoşka ve İslovin (Slovenya), Üsküp, Manastır ve tekrar Erdel.
Altıncı Cilt
Seyahatname’nin 6. cildi neredeyse tamamen Macaristan’a aittir. Bu büyük coğrafyaya ait verdiği bilgiler Macarlar açısından çok önemlidir. Bugün pek çoğu tarihe karışmış köyler, kasabalar ve şehirler hakkında tek kaynak sayılabilir. Bu sırada Macaristan’da gezip görmediği yer kalmamıştır. Ayrıca Bahadır Giray Han ordusuyla İsveç, Danimarka ve Hollanda vilayetlerine sefere çıkmıştır. Arada, Mart 1662 tarihinde İstanbul’a dönmüş, 11 Mart 1663 tarihinden tekrar İstanbul’dan ayrılarak Ungurus Kızılelmasına doğru yola çıkmıştır. Bu arada Melek Ahmed Paşa’ya ait geniş bilgiler verir, Sultan I. Ahmed’in kızı Fatma Sultan ile evliliğini ve Paya’nın ölümünü anlatır.
Bu ciltte gezdiği yerler: Erdel, İskenderiye, Podgoriçe, İştib, Lofça, Vidin, Sirem, Ösek, Peçoy, Budin, Üstürgon [Estergon], Ciğerdelen, Holanda, Macaristan, Öziçe, Taşlıca, Foça, Dobra-Venedik, Nova, Mastar, Sigetvar, Zağreb, Kanije’dir. Evliya Çelebi bu ciltte hem Macaristan’ı, hem de Bosna şehirlerini gezmiş, Adriyatik kıyılarına kadar inmiştir.
Evliya Çelebi bu seyahat boyunca gezip görmüş, hem savaşın heyecanını, hem yenilginin acısını ve hem de galibiyetin sevincini yaşamıştır. Bizzat katıldığı savaşlara ait anlattığı hikâyeler de tarihin bu yıllarına ışık tutacaktır.
Yedinci Cilt
Evliya Çelebi, bu ciltte Kırım, Kafkasya, Ukrayna, Rusya ve Avrupa’yı konu edinmiştir. Elinizde bulunan bu yedinci cilt Kırım, Kafkasya, Kazan tarihi ile ilgili geniş bilgilere yer verir. Seyyahımız bu ciltte çok geniş yer tutan Avusturya seyahatinden sonra Karadeniz’in kuzeyine geçer. Bu bölgelere ait, özellikle gidilmesi, görülmesi zor olan bölgelerin tarihine ait değerli bilgiler verir.
Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa ile pek çok savaşa katılır, Macaristan üzerinden Vezir Mehmed Paşa’nın elçilik heyetine katılarak Viyana’ya gider. Burada şimdiye kadar karşılaşmadığı ilginç olaylarla karşılaşır, bunları kimi zaman eleştiri olarak kimi zaman överek bize nakleder. Avusturya imparatorundan ferman alıp Avrupa’nın çoğu yerlerini gezer. Bu arada Hollanda ve Danimarka’ya kadar gittiğini anlatır.
Avrupa’dan dönüp Ukrayna üzerinden Kırım’a geçti. Kının Hanı ile Eflak Boğdan bölgelerinde savaşlara katılır.
Bu ciltte gezdiği yerler: Kanije, Eğri, Hatvan, Yanık, Viyana, Sonlok, Segedin, Çanad, Varat, Eflak-Bağdan, Bükreş, Ferahkirman, Moldova, Ukrayna, Gözlev, Balıklava, Kırım, Bahçesaray, Kefe, Çerkezistan, Kabartay, Tavustan, Dağıstan, Ejderhan, Kalmukistan, Saray, Kazan, Moskova, Azak, Azerbaycan’dır.
Sekizinci Cilt
Kırım’dan dönerek Edirne’de Sultan IV. Mehmed ile buluşur. Ava ve avcı kuşlara çok düşkünlüğüyle bilinen padişaha getirdiği çok değerli avcı kuşlarını verir. Sadaret Kaymakamı Kara Mustafa Paşa ile görüşüp konuştu. Kara Mustafa Paşa, çok merak ettiği Viyana ve Avusturya ordusu ile ilgili Evliya Çelebi’ye sanılar sorup bilgi aldı. Kara Mustafa Paşa’nın Viyana seferini, gerçekleşmesinden 17 sene önce düşündüğü ve buna hazırlandığı bu görüşmedeki sorulardan ve konuşmalardan anlaşılmaktadır. Kara Mustafa Paşa ile Edirne karşılaşması Bölüm Üç’te verilmiştir.
Edirne’den sonra Gümülcine üzerinden Batı Trakya’ya geçip Atina’ya kadar uzanır. Bu arada Girit seferi için bölgeyi gezip asker sürücülüğü görevini yerine getirir. Ardından Girit Adası’nın fethine katıldı. Üç yıl sürecek olan bu uzun savaş sırasında hep Girit’te kaldı. Hanya daha önce Yusuf Paşa eliyle fethedilmişti. Adanın en önemli kalesi olan Kandiye fethedildikten sonra Mora yarımadasına geçip oradan Yunanistan’ın batı kıyılarını takip ederek Arnavutluk’a geçer ve oradan da Tekirdağ üzerinden İstanbul’a döner. Kandiye fetihnamesini de kendisinin kaleme aldığını yazar.
Dokuzuncu Cilt
Evliya Çelebi 6 ay İstanbul’da kalınca çok sıkılmış ve içine tekrar seyahat etme ateşi düşmüştür. Yaşının ilerlemesi dolayısıyla artık hac görevini de yerine getirmek istemektedir. Yine gördüğü bir rüya üzerine İstanbul’dan ayrılıp Mekke ve Medine yollarına düşer. Bildiğimiz kadarıyla Evliya Çelebi’nin İstanbul’u son görüşüdür. Zira hacdan dönüşte Mısır’a geçmiştir.
İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Bursa üzerinden Kütahya’ya geçer. Kütahya yazarımızın ata yurdudur. Kendisi İstanbul’da doğmuştur ancak ailesi aslen Kütahyalı’dır. Şehrini gezip gördükten sonra Uşak üzerinden Manisa, İzmir, Aydın, Muğla, Denizli, Antalya, Karaman, Tarsus, Adana, Antep, Kilis, Halep, Şam, Kudüs, Sayda yolunu takip ederek Medine’ye ulaşır. Medine ve Mekke’de hac farizasını yerine getirdikten sonra hac kafilesiyle Mısır’a döner. Bu cilt bir nevi hac rehberidir. Birkaç Anadolu şehri sayılmayacak olursa seyyahımızın takip ettiği yol hac alaylarının gittiği yoldur. Kudüs’te, Medine’de ve Mekke’de nerelerin ziyaret edilmesi gerektiği, kimlerin nerelerde yatmakta olduğu, ziyaretin ve haccın uyulması gerekli olan kurallarını, dualarını ve adabını bir bir anlatmaktadır.
Onuncu Cilt
Mısır adasına aittir. Mısır adası ve Mısır kıtası diye tanımladığı bu yer Afrika’nın ekvatordan kuzeye doğru olan kısmıdır. Evliya güneyinin meskun olup olmadığı hakkında fazla bilgi vermez. Bu cilt, özelde Mısır’ın tarihi ve genelde dünya tarihiyle birlikte Afrika’nın yapısını anlatır. Bu 10. ciltte dünya devletleri tarihini özetlemiştir.
Evliya Çelebi, Seyahatname’nin 1. cildini İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet yapısına ayırmıştır. Serinin bitiş cildi olan 10. cildi de İstanbul’dan sonra en önemli ve büyük yer olan Mısır’a tahsis etmiştir. Mısır’ın merkezi olan Kahire’nin tarihini, mimari yapılarını, tılsımlarını, halkının yapısını ve Mısır’ın esnaflarını geniş bir şekilde anlatır. Mısır’da, İstanbul’da ve Osmanlı devletinin diğer bölgelerinde olmayan mevlit geleneğini tanıtır. Mısır’ın çok köklü geleneklerinden olan yüzlerce mevlit törenini en ince ayrıntısına kadar bize anlatmaktadır.
Nil, Mısır’ın hayatıdır. Bu bir Arap sözüdür. Nil’in taşması ve bütün Mısır arazisini basıp bir göl haline getirmesi törenleri de bu 10. ciltte anlatılmaktadır.
Mısır’da olup da Anadolu topraklarında olmayan veya Anadolu ve Rumeli topraklarında yetişip de Mısır’da yetişmeyen ve bulunmayan yiyecekler, içecekler, bitkiler, ağaçlar, meyveler bir bir sayılmaktadır.
Mısır’ın ve Afrika’ da gittiği bölgelerin toplumsal yapılarını, geleneklerini, göreneklerini, insanların yüz renklerini, inançlarını, işleri, güçleri ve kazançlarını anlatan yazarımız bugün çok zor bulunabilecek bilgileri günümüze aktarmıştır.
Mısır’ın eski ve yeni başkentlerinin yanında büyük şehirleri, limanları, çölleri, ovaları, dağları ve arklarıyla her şeyi yazılıdır. Ayrıca Nil’in kaynağına doğru yaptığı yolculukta bugün Sudan topraklarında kurulu o günkü devletleri, şehirleri, dönüşte Habeşistan üzerinden Somali, Cibuti ve Eritre’nin bulunduğu coğrafyayı da gezip tanıtmıştır. Bu son ciltle de görüyoruz ki büyük gezginimiz Evliya Çelebi çok sistematik ve planlı çalışmıştır.
Gezip Dolaştığı Yerler  Büyük eseri Seyahatname’de defalarca ifade ettiği üzere; Rum, Arap ve Acem’de, İsveç, Leh, Polonya ve Çek’te 51 yıl boyunca 7 iklim ve 18 padişahlık yeri gezip dolaşmıştır. Gezip gördüğü kale sayısı ise 7.060, şehir sayısı ise 257’dir.
Bugün bu coğrafya üzerinde tam bağımsız veya federal olarak 40’dan fazla devlet kurulmuştur. Bunların büyük bir kısmı da Osmanlı Devleti’nden ayrılmadır. Bunlar harf sırası ile, Almanya, Arabistan, Arnavutluk, Avusturya, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cibuti, Çek, Çeçenistan (F), Dağıstan (F), Eritre, Ermenistan, Filistin, Güney Sudan, Gürcistan, Habeşistan (Etopya), Hırvatistan, Irak, İran, İsrail, Kabartay-Balkarya (F), Karaçay-Çerkezya (F), Kalmukistan (F), Karadağ, Kenya, Kının (F), Kosova, Kuzey Sudan, Kuveyt, Lübnan, Macaristan, Makedonya, Mısır, Moldovya, Polonya, Romanya, Rusya, Somali, Slovakya, Slovenya, Suriye, Tataristan (F), Türkiye, Ukrayna, Ürdün, Yunanistan.
Ciltlere Göre Gittiği Şehirler ve Yılları
Birinci cilt: İstanbul (1630-1640)
İkinci cilt: Bursa (1640), İzmit (1640), Bartın (1640), Sinop (1640), Samsun (1640), Giresun (1640), Trabzon (1640), Rize (1640), Kırım (1640), Azak (1640), Anavarin (1645), Hanya (1645), Düzce (1646), Bolu (1646), Amasya (1646), Erzurum (1646), Nahçıvan (1647), Tebriz (1647), Erdebil (1647), Revan (1647), Gence (1647), Baku (1647), Tiflis (1647), Ahıska (1647), Ardahan (1647), Kars (1647), Bayburt (1647), Gürcistan (1647), Erzincan (1648), Gümüşhane (1648), Çorum (1648), Ankara (1648).
Üçüncü cilt: Eskişehir (1648), Konya (1648), Adana (1648), Hama (1648), Humus (1648), Şam (1648), Akka (1649), Filistin (1649) Yafa (1649), Gazze (1649), Halep (1649), Urfa (1649), Maraş (1649), Kayseri (1649), Aksaray (1649), Sivas (1649), Bitlis (1649), Muş (1649), Bingöl (1649), Çankırı (1650), Şumnu (1651 ), Rusçuk (1651 ), Silistre (1651 ), Köstence (1652), Sofya (1652), Edirne (1653).
Dördüncü cilt: Malatya (1655), Diyarbakır (1655), Mardin (1655), Batman (1655), Bitlis (1655), Van (1655), Urumiye (1655), Nihavend (1655), Hoy (1655), Isfahan (1655), Hemedan (1655) Kazvin (1655), Tahran (1655), Bağdad (1656), Basra (1656), Erbil (1656), Musul (1656).
Beşinci cilt: Siirt (1656), Tokat (1656), Varna (1656), Deliorman (1656), Bender (1657), İlvov (1657), Kiev (1657), Çanakkale (1659), Yaş (1659), Bükreş (1659), Niş (1660), Belgrad (1660), Tımışvar (1660), Saraybosna (1661), Zagrep (1661), Yenipazar (1661), Priştine (1661), Üsküp (1661), Köstendil (1661), Manastır (1661), Semendire (1661), Tuzla (1661), Tiran (1662), Podgoriçe (1662).
Altıncı cilt: Plevne (1663), Vidin (1663), Mohaç/Mihaç (1663), Estergon (1663), Uyvar (1663), Amsterdam (1663), Venedik Kalesi (1664), Zigetvar (1664), Kanije (1664), Zagrep (1664), Mostar Kalesi (1664), Budin Kalesi (1664).
Yedinci cilt: Karlofça (1665), Eğri (1665), Komaran (1665), Yanık (1665), Viyana (1665), Kişinev (1665), Gözleve (1665) Kırım’da, Bahçesaray (1665), Akmescid (1665), Sudak (1665), Kefe Kalesi (1665).
Sekizinci cilt: Dimetoka (1667), Ferecik (1667), Gümülcine (1667), Avrethisar (1667), Kavala (1667), Dırama (1667), Siroz (1667), Selanik (1667), Karaferye (1667), Alasonya (1667), Tırhala (1667), Atina (1667), Gördüs (1667), Kefalonya (1667), Anavarin (1667), Moton (1667), Koron (1667), Mizistre (1667), Anapoli (1667), Girit, (1667), Hanya (1667), Kandiye (1669), Sudak (1669), Mora (1670), Angili Kasrı (1670), Preveze (1670), Delvine (1670), Avlonya (1670), Elbasan (1670), Ohri (1670), İştib (1670), Tikveş (1670), Usturumça (1670), Tekirdağı (1670).
Dokuzuncu cilt: Kütahya (1671), Afyonkarahisar (1671), Uşak (1671), Manisa (1671), İzmir (1671), Aydın (1671), Denizli (1671), Muğla (1671), Isparta (1671), Antalya (1671), Karaman (1671), Adana (1671), Maraş (1671), Ayntab (1671), Kilis (1671), Halep (1671), Şam (1671), Trablus-şam (1671), Lazkiye (1671), Beyrut (1671), Sayda (1671), Kudüs (1671), Medine (1672), Mekke (1672).
Onuncu cilt: Kahire (1672), İskenderiye (1672), İsne (1672), İsvan (1672), Funcistan (1672), Habeşistan (1672), Sudan-Sennare (1672-1673), Kenya (1672-1673), Somali (1673), Eritre (1673), Cibuti (1673).

Kaynak: Seyahâtnâme, Evliya Çelebi

Misak-ı Millî Beyannamesi

28 Kanunusani 1336 (28 Ocak 1920)
Erzurum Mebusu, Celaleddin Arif

Atatürk'ün Kaleminden Türk Nedir ?

“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Balkan Harbi

I – BALKAN HARBİ-DOĞU VE BATI ORDULARININ MUHAREBELERİ
Osmanlı İmparatorluğu Balkan Harbinde, kendi bünyesinden çıkmış olan dört devlet Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ ile çarpıştı. Harp sonunda ise yaklaşık beş asır egemenliği altında bulundurduğu Balkan topraklarının tamamını kaybetti.
Harbin patlamasına sebeb olarak pek çok husus belirtilebilir. Ancak en önemlileri şöyle sıralanabilir:
Rusya, 1905 RUS-JAPON Harbinde Japonlara yenilince yayılma ve ilgi sahasını Uzak Doğudan tekrar Balkanlara ve Osmanlı imparatorluğu toprakları üzerine kaydırdı. Çar Deli Petro ile başlayan “açık denizlere çıkma” siyaseti gereği olarak Balkanlarda genişleme, Karadeniz kıyılarına hakim olma ve Boğazları ele geçirme yolunu tuttu. Hedeflerine ulaşabilmek için de Balkanlardaki Slav ırkının koruyuculuğunu sürdürdü. Bulgar ve Sırp devletlerinin genişlemesi için destek sağladı. Hatta 1885’de harbetmiş olan Bulgar-Sırp devletlerinin Osmanlı devleti aleyhine anlaşmalarını gerçekleştirdi ve böylece Osmanlı devletine karşı kurulan Balkan ittifakının temelini attı. 13 Mart 1912’de yapılan Bulgar-Sırp andlaşmasına göre her iki devlet Osmanlı Devletinden alacakları topraklar konusunda anlaşıyorlar ve bu konuda aralarında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde Rusya’nın hakemliğini kabul ediyorlardı.
Balkanlarda, Ruslar ve genişlemek sevdasında olan Osmanlı İmparatorluğundan doğan diğer devletler Osmanlı Devletine ve birbirlerine karşı mücadelelerini sürdürürken, Osmanlı yönetimi kendisine karşı olanlara karşı tedbir almadı ve bu devletlerin aralarındaki sürtüşmeleri artıracak herhangi bir girişimde bulunmadı. Balkanlardaki gelişmelerin İmparatorluğun temelini sarsacak olaylar olduğunu değerlendiremedi. Buna o dönemde cereyan eden olayların etkisi olduğu da söylenebilir. Bu olayları madde başlıkları ile belirtmek faydalı olacaktır.
•23 Temmuz 1908 2 nci Meşrutiyet ilanı, İttihat ve Terakki cemiyetinin siyasi hayata ağırlığını koyması, siyasi çekişmelerin sonucu iç siyasi buhran doğması, kısa aralıklarla sık sık hükümet değişikliği, siyasi kavgalardan ordunun kendini sıyıramaması ve ordunun siyasetin içine girmesi.
•5 Ekim 1908 Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı.
•13 Nisan 1909 31 MART vak’ası, Hareket Ordusunun İstanbul’a yürümesi.
•14 Nisan 1909 Ermenilerin Adana isyanı.
•27 Nisan 1909 Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve Sultan Reşat’ın padişah olması.
•1909-1911 Arnavutluk ayaklanması.
•1910 Havran’da Dürzi ayaklanması.
•1911 Yemen ayaklanması (İmam Yayha).
•1911 Traplusgarp harbi, Balkan devletlerinin bekledikleri fırsatın doğması.
Osmanlı yönetimi belirtilen bu olaylar ile uğraşırken Balkan devletlerinin ekmeğine yağ süren -bugünkü değerlendirmelerimize göre- tarihi bir hata yaptı. 3 Temmuz 1910’da Kiliseler Kanunu çıkardı. Bununla “ihtilaflı kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun nüfusu çok ise ona aittir” esasını kabul etti. Oysa Fatih İstanbul’u fethettikten sonra İstanbul’daki Rum patriğini Avrupa Türkiye’sindeki bütün reayanın hem ruhani ve hem de cismani reisi olarak atamıştı. Rum kiliseleri diğer kiliselere göre elde ettikleri bu üstünlüğü kendi kültürlerini yayma, kendilerinden olmayanları ezme, eziyet etme şeklinde kullandılar. Böylece ortaya çıkan sürtüşme ile kiliseler ve dolayısıyla bunlara bağlı olan gruplar yıllarca birbirleriyle mücadele etti ve birbirlerini devamlı hasım olarak gördüler. İşte Kiliseler Kanunu bu düşmanlığı sona erdirdi, o zamana kadar birbirleriyle mücadele edenlerin birleşerek Osmanlı Devletine karşı mücadele etmelerine sebeb oldu. Böylece Balkan ittifakının gerçekleşmesi için en büyük problem ortadan kalkıyordu. Hepsi de genişlemek sevdasında olan Balkan devletlerinin tek problemleri kalmıştı. Topraklarına katmak istedikleri bölgelerin birbirleriyle çatışması. Bulgaristan; Büyük Bulgaristan’ı kurmak, Makedonya ve Kuzey Ege kıyılarını ele geçirmek; Sırbistan, 14 ncü yüzyıldaki Sırbistan Krallığını ihya etmek ve Makedonya’ya sahip olmak istiyordu. Yunanistan Megola Idea’yı gerçekleştirmek, Karadağ ise İşkodra bölgesinde topraklarını genişletmek gayesini güdüyordu. Haliyle bu paylaşmanın kesin çözümü harp sonuna bırakılacaktı.
Yukarıda açıklanan Bulgar – Sırp Antlaşmasını 29 Mayıs 1912’de Bulgar -Yunan Antlaşması takip etti. Ağustos 1912’de Karadağ Bulgarlar ile sözlü bir anlaşma yaptı. Artık Balkan ittifakı tamamlanmıştı. Şimdi sıra yıllardır yapılan askeri ve siyasi hazırlıkları uygulama alanına koymaya gelmişti.
Bu dönemde Osmanlı Devletinin ekonomik durumu çok bozuktu. Sürekli savaşların masraflarına ek olarak Arnavutluk, Suriye ve Yemen isyanları devletin maddi gücünü tüketmişti. İç ve dış borçlar ile bunların faizleri, altından kalkılamayacak duruma gelmiş ve dolayısıyla ordunun araç, gereç ve silâh ihtiyaçları temin edilememişti. Ordunun muharebe eğitimi çok yetersiz, birlik mevcutları % 35 gibi çok düşük seviyede, ulaştırma imkânı kısıtlı, ikmal teşkilatı işlemez durumda, harp stoklan yetersiz ve hareket kabiliyetinden yoksun durumda idi. En önemlisinde ordu içinde birlik beraberlik, disiplin ve askerlik anlayışı yok idi.
Siyasi çekişmeler orduyu da çeşitli gruplara bölmüştü. Subaylar arasında doğan husumet vatan savunması için omuz omuza çarpışabilmeyi bile engelliyecek durumdaydı. Bunlar yetmiyormuş gibi, Balkanlardaki gerginliğin artması üzerine büyük devletlerin “Balkanlarda bir harp çıksa dahi Balkanlardaki statükonun değiştirilmiyeceği” yolundaki beyanatlarına aldanarak, 70.000 yetişmiş er, harbe girmesi her an muhtemel olan iki ordudan terhis edildi.
Osmanlı Devletinin Trakya’da Doğu Ordusu (1 nci Ordu), Makedonya’da ise Batı Ordusu (2 nci Ordu) bulunuyordu. Bu iki ordunun harekâtı için toplam 12 adet plan hazırlandı. Bu planlara göre Doğu Ordusu 478.848 kişi ile harbe katılması gerekirken-yukanda sayılan aksaklıklar nedeniyle-115.000 kişi ile; Batı Ordusu 334.815 kişi yerine 175.000 kişi ile harbe katılmak zorunda kaldı. Hazırlanan planların ve seferberliğin uygun yürütülememesinden dolayı da her iki ordu toplam 290.000 askeriyle, Balkanlıların 480.000 kişilik ordularına karşı savaşmak zorunda bırakıldı. Ayrıca mevcut erlerin de 1/8’i tüfeksiz idi.
Balkanlı devletlerin harekât planlan ve kuvvetleri ise şöyleydi: Bulgarların 3 ordu halinde 288 taburları bu harp için hazırlanmıştı. 1 nci ve 3 ncü Orduları ile Yıldız (Istranca) Dağlarını aşarak Kırklareli-İstanbul istikametinde taarruz etmeyi, 2 nci Ordu ile Tunca ve Arda nehirleri arasından taarruz ile Edirne’yi ele geçirmeyi planladılar. Bu hedeflerine 8 ayda ulaşacaklarını değerlendiren Bulgarlar harekâtın açıklanmasında görüleceği gibi 58 günde ulaştılar.
Sırplar, 6 tümenlik 1 nci Orduları ile Vranya üzerinden Vardar havzasına; bir Sırp, bir Bulgar tümeninden ibaret 2 nci Ordusu ile Köstendil’den Vardar havzasının doğusuna; 4 tümenlik 3 ncü Ordu ile bir koldan Şar Dağlarına, diğer koldan ise Üsküp üzerine taarruz etmeyi planladılar.
Yunanlılar, 7 tümen ve 1 süvari tugayından ibaret üç kolorduluk kuvvetleriyle Teselya üzerinden Selanik’e, bu kuvvetlerinden bir tümen ile Manastır’a doğru taarruz etmeyi öngördüler.
Karadağlılar ise 3 tümen ile İşkodra’ya, 1 tümen ile de 3 ncü Sırp Ordusu ile beraber taarruz etmeyi planladılar.
Balkanlı devletlerin seferberliklerini ilan etmesi, hudutlarda askeri yığınak yapması ve hudut olaylarının artması üzerine Osmanlı Devleti 1 Ekim 1912’de seferberlik ilan etti. 8 Ekim 1912’de Karadağ Osmanlı Devletine harp ilan ederek İşkodra üzerine taarruza başladı. Seferberlik hazırlıklarının 15 günde tamamlanabileceği düşüncesiyle Türk Başkomutanlığı 17 Ekim 1912’de çarpışmalara fiilen başlanabileceğini düşünerek 16 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan’a; 18 Ekim’de de Yunanistan’a harp ilan etti.
Şark (Doğu) Ordusunun Muharebeleri
Bulgar Kuvvetleri i nci, 2 nci ve 3 ncü Ordularıyle 18 Ekim 1912’de taarruza geçti. 21 Ekim 1912 günü 2 nci Ordu ileri kısımlarıyla Arda ve Tunca nehirleri arasından Edirne’nin 16-20 km. batısı ile Edirne kuzeyi bölgesine kadar ilerledi.
1 nci ve 3 ncü Orduları, Tunca nehrinin doğusundan Edirne-Kırklareli hattının 15 km. kuzeyine kadar yaklaştılar.
İstanbul’da bulunan Mürettep 18 nci Kolorduya Kırklareli bölgesine, Tekirdağ’daki 17 nci Kolorduya Saray güneyine yanaşması için emir verildi.
Bulgar Ordusunun dağınık durumu ve kuvveti, doğu yanına bir taarruz fırsatını veriyordu. Ancak, Türk Doğu Ordusunun birlikleri de dağınıktı. Bunların toplanmalarının beklenmesi için zamana ihtiyaç vardı. 17/18 Ekim 1912’de Doğu Ordusu karargâhı İstanbul’dan Lüleburgaz’a gelmişti.
Doğu Ordusu, sıklet merkezi ile Kırklareli istikametinde taarruz eden Bulgar Ordusuna karşı, Kırklareli-Edirne-Yenice hattında savunma kararını verdi.
Başkomutan Vekili Nâzım Paşa’nın sürekli işe karışması ve baskısı sonucu, yaklaşık olarak iki misli üstün bulunan üç ordudan oluşan Bulgar kuvvetlerine karşı, taarruza karar verildi. O sırada Kırklareli-Edirne çevresinde 1 nci, 2 nci, 3 ncü, 4 ncü Kolordular, Edirne’deki birliklerden teşkil edilen Mürettep Kolordu ve Süvari Tümeni vardı. 21 Ekimde, sıklet merkezi Kırklareli-Yanbolu genel istikametinde olmak üzere ileri harekâta geçildi.
22 Ekim 1912 saat 14.00’te, her iki ordu, âdeta tesadüf muharebesi tarzında Süloğlu ve Yoğuntaş bölgelerinde savaşmaya başladılar. Şiddetli muharebeler 23 Ekim günü öğleye kadar devam etti.
Bulgar Ordusu geri çekilmek için hazırlanırken, Türk Ordusu Kırklareli-Edirne-Yenice hattına çekilme kararını verdi. Ancak geri çekilen birlikleri bu hatta durdurmak mümkün olamayınca 24 Ekim akşamı, Pınarhisar-Lüleburgaz hattına çekilmek zorunluğunda kalındı ve böylece Kırklareli Bulgarların işgaline terkedildi. Bu arada Türk ordusunun seferberliği hâlâ tamamlanamamış, seferber edilen erlerin % 25’i henüz birliklerine katılmamıştı. Zamansız terhis dolayısıyla ordunun yeterli eğitim görmüş personeli azalmış;bu yetmiyormuş gibi, birliklerin toplanmaları ve hazırlıkları tamamlanamadan taarruza geçilmiş ve düşman karşısında parça parça ezilmişti. Bu hal, savaş azminin sarsılmasına ve moralin yıkılmasına sebep oldu. Birliklerde disiplin kalmadı ve subaylar, birliklerine hâkim olamadılar. Kaçar gibi geriye çekilen birlikler Pınarhisar-Lüleburgaz hattında zor durduruldu. Bu seferde komutanlar hangi hatta savunma yapılacağına karar veremediler. Bu hatta mı yoksa daha doğuda mı savunalım tartışması sürerken ve birlikler yeterli savunma tertiplerini alamadan 28 Ekim 1912’de bu hatta Bulgar taarruzları başladı.
Dört gün süren Pınarhisar-Lüleburgaz kesimindeki muharebede de ordu bozgun halinde geriye kaçınca, Ordunun Çatalca’ya çekilmesi kararlaştırıldı. Çekilmeyi himaye ve gerekli zamanı kazanmak maksadıyla Çorlu’da bir müfreze ve onun kuzeyinde de Süvari Tümeni bırakıldı. Bulgar Ordusunun takip harekatına geçmemesinden faydalanan Doğu Ordusu, Çatalca mevziinde tertiplendi; Çatalca Ordusu adı ile ve altı kolordu halinde teşkilâtlandırıldı. Bolayır mevzii Çanakkale Boğaz Komutanlığınca savunuldu. Bulgar Ordusu, Çorlu Müfrezesi ile Süvari Tümeninin yaptığı oyalama muharebeleri dışında hiç bir direnmeyle karşılaşmadan, Çatalca mevzilerine kadar ilerlemişti.
Halbuki Bulgar Ordusu, başlangıçta Kırklareli-Edirne hattında büyük savaşların olacağını, Çorlu bölgesinde çetin muharebelerin cereyan edeceğini sanmış; kuvvetlerini ağır davranarak ileri sürmüştü. 13 Kasım 1912’de Çatalca mevzii önüne ulaşan Bulgarlar, 17 Kasımda taarruza geçtiler ise de başarı sağlayamadılar; durmak zorunda kaldılar.
2 nci Bulgar Ordusunun 22-24 Ekimde Edirne’yi bir baskın ile ele geçirme girişimi başarısızlığa uğradı. Doğu Ordusu, Lüleburgaz ve daha sonra Çatalca savaşlarını yaparken, Edirne, savunmaya devam ediyordu. 16 Kasımda ablukayı tamamlayan Bulgar ve Sırp orduları, ayrı ayrı tahkimat yaparak, 21 Kasımdan itibaren Edirneyi top ateşine tuttular.
Batı Trakya’da bulunan Kırcaali Müfrezesinin, taarruz ederek düşman yan ve gerilerine etkili olacağı beklenirken, Bulgar Rodop Grubunun taarruzu karşısında hemen dağılmış ve hiç bir varlık gösteremeden, yerli halk ile birlikte, Gümülcine’ye doğru panik halinde çekilmişti. Böylece, Batı Trakya, Bulgarların eline geçmiş, Doğu ve Batı Orduları arasındaki irtibat, harbin başlangıcından henüz 11 gün geçmeden kesilmişti.
Garp (Batı) Ordusunun Muharebeleri
Batı Ordusu büyük kısmı ile Koçana, Komanova, Üsküp, Manastır bölgesinde bulunmakta ve kuvvetlerinin hemen hemen yansını da tali cephelere bağlamış durumda idi.
Karadağ, 8 Ekim 1912’de, müttefiklerin taarruzunu beklemeden harp ilan etti ve büyük kuvvetleri ile İşkodra’ya ilerledi. Bir tümeni ile Berana-Akova istikametinde taarruz etti ve daha sonra Seniçe’den taarruz eden Sırp İbar Ordusu ile işbirliği yaparak Taşlıca’ya taarruz etti. Taşlıca Müfrezesi Komutanı, savaşmadan Avusturya’ya sığındı.
Karadağ bir Tümeni ile de Gosne-İpek bölgesine taarruz etti. Sonra Sırp İbar Ordusunun bir Tümeni ile işbirliği yaparak Yakova üzerinden İşkodra’ya geldi. İşkodra kuşatmasına katıldı.
İşkodra kuşatmasında % 60 kayıp veren Karadağ Ordusu, savaşın sonunda emeline ulaşamamış; verdiği ağır kayıplar yüzünden komşulan karşısında çok zayıf kalmıştı. Uzun süre başarılı bir şekilde savunan İşkodra’daki birlikler, açlık ve cephanesizlik yüzünden Karadağlılarla anlaşmak zorunda kaldılar. 22 Nisan 1913’te, silahlarını beraberinde götürmek şartıyle kaleyi boşaltarak Draç bölgesine çekildiler.
İvranya ve Kurşunlu bölgelerinde bulunan 1 nci ve 3 ncü Sırp Orduları, karşılarındaki zayıf örtme birliklerini atarak Komanova mevzii cephesine, yan ve gerilerine taarruza başladı.
Bu arada 2 nci Sırp Ordusunun Köstendil’deki bir Tümeni Eğripalanga-Ohçapul, Dubnice’deki 7 nci Bulgar Tümeninin büyük kısmı Koçana-İştip genel istikametinde taarruza geçti.
Vardar bölgesinden iki Türk tümeni, Koçana ve Osmaniye’ye gönderilerek Bulgar taarruzları durduruldu.
Komanova kesiminde yapılan ilk günkü savaşta, Sırp kuvvetlerine ağır kayıplar verdirildi ve savunulan mevziler muhafaza edildi. 23/24 ekimde, yerli askerlerin disiplinsizlikleri yüzünden dağılmaları, orduya alman gayri müslimlerin moral bozucu propagandası sonucu savunma cephesinde meydana gelen gedikler, 24 Ekim 1912’de genel ihtiyatın müdahalesine rağmen kapatılamadı.
Komanova muharebesinin çok kısa bir çarpışma sonucu kazanıldığını ve Türk kuvvetlerinin çekildiğini gören Sırp Ordusu Başkomutanlığı, bu kesimde kuvvetli örtme birliğinin bulunduğunu ve asıl kuvvetlerle Vardar nehri batısında karşılaşılacağını zannetmişti.
Batı Ordusu, Üsküp-Köprülü hattında yapılan çetin savaşlardan sonra Pirlepe ve kuzeyi bölgesine çekilmeye ve Vardar nehri batısındaki sırtların geçitlerinden geçecek birliklere tarruz ederek, onları parça parça yok etmeye karar verdi. Buradan da Kırçova-Manastır hattına çekildi. 16-18 Kasım 1912’de Ma-nastır’daki üç günlük muharebeden sonra Güney Arnavutluk dağlarına çekildi. Bu ordunun muharebe gücü kalmamıştı. Arnavutluk dağlarından kıyı bölgesine çekildi.
Bir Bulgar Tümeni de, sıklet merkezi ile Koçana-İştip doğrultusunda taarruz ederken, tali kuvvetleriyle Cumaibalâ’daki örtme birliklerini atarak Cumai-balâ-Kresne-Demirhisar ve Nevrokop-Serez doğrultularında taarruzunu sürdürdü ve siyasî hedef olan Selanik’e yöneldi.
Yunan cephesine gelince, Tesalya bölgesinden taaruz eden Yunan Ordusunun büyük kısmı karşısındaki zayıf Mürettep 8 nci Kolordu birliklerini atarak ilerledi ve 1/2 Kasım 1912’de Yenice muharebesini kazandı; Alasonya-Karaferye istikametine ilerlemeye başladı. Buradan büyük kısmı ile Selanik’e yöneldi ve 9 Kasım 1912’de Selanik’i teslim aldı. Tali kuvvetleriyle Suroviç’e kadar ilerlediyse de Batı Ordusu ihtiyatlarından gönderilen iki tümenin karşı taarruzu sonucu geri atıldı ve böylece ana kuvvetlerin çekilme yollarının emniyeti sağlandı.
Epir bölgesinden taarruz eden Yunan birlikleri, Lorus’u ele geçirmeyi başardı; Yanya’yı kuşattı; Yanya, uzun süre direndi, 5 Mart 1913’te teslim oldu.
Yanya muharebesine kadar cereyan eden savaşlarda Batı Ordusu birliklerinden 54’ü şehit, 128’i yaralı olmak üzere 182 subay kaybı olmasına karşılık, 212 subay muharebe meydanından kaçmıştı.
Subaylarından çoğunun savaşmak istemediği bir ordunun Komanova, Üsküp veya Manastır muharebelerinde galip gelmesi elbette mümkün olamazdı. Buna rağmen, yalnız Batı cephesi muharebelerinde Balkanlı müttefik devletlere 65.000 kayıp verdirilmiştir.
Batı Ordusunun son kalıntıları 19 Haziran 1913’te Seman iskelesinden Gülcemal vapuru ile Rumeli’nden aynldı ve böylece Balkanlardaki beş asırlık Türk egemenliği sona ermiş oldu.
16 Aralık 1912’de başlayan Londra Barış Konferansında; Rumeli’nin Balkanlılara bırakılması, sınırın Doğu Trakya’da Midye-Enez hattından geçmesi, Ege denizi adalarının mukadderatının büyük devletlerce tayin edilmesi 22 Ocakta kabul edildi ve onaylandı.
23 Ocak 1913’te İttihat ve Terakki Partisi, hükümet darbesi yaptı; Kâmil Paşa kabinesi yerine Mahmut Şevket Paşa kabinesi iş başına geçti. Barış koşulları kabul edilmedi. Mütareke, Edirne’nin yiyecek ve cephanesi konusunda hiç bir hüküm getirmemiş; Bulgarların, Çatalca cephesine yardım imkânını sağlamıştı.
Bu yardım imkânından faydalanan Bulgarlar, 3 Şubat 1913’te, muharebeye tekrar başladılar; iki Sırp tümeni ile pekiştirilmiş bir ordu ile Edirne kalesine taarruza geçtiler. Bir ordu ile de Bolayır mevziine ilerlediler. Çatalca cephesinde savunmaya geçtiler.
Türk Başkomutanlığı, Çatalca’da savunmaya geçen Bulgar kuvvetlerini imha etmek ve Edirne istikametinde ilerlemek amacıyla 8 Şubat 1913’te, Bolayır’dan taarruza geçti ve Şarköy kıyılarına bir kolordu çıkarttı ise de başarı sağlayamadı.
Edirne Müstahkem Mevki Komutanı Şükrü Paşa, bir çıkış hareketi ile düşmana ağır kayıp verdirmesine rağmen, üstün kuvvetler karşısında, 26 Marta kadar dayanabildi. Bulgarların, 26 Mart 1913 çarşamba günü saat 05.30’da Ayvazbaba’dan şehre girmeleri sonucu Edirne düştü. Bunun üzerine, Mahmut Şevket Paşa kabinesi, 30 Mayıs 1913’te, Londra Konferansı kararlarını kabul etmek zorunda kaldı.
Londra antlaşmasına göre Rumeli’yi ellerine geçirmiş olan Balkan devletleri, bu topraklan paylaşamıyorlardı.
Bulgarlar, 29 Haziran 1913’te, eski müttefikleri olan Sırp ve Yunanlılara karşı, taarruza geçti ve bu suretle ikinci Balkan Savaşı başlamış oldu.
Sırpların ve Yunanlıların karşı taarruzu sonucu, Bulgar Ordusu mağlup oldu. Bulgar Dobricesi’nde öteden beri gözü olan Romanya, bu durumdan yararlanarak, 10 Temmuz 1913’te Bulgaristan’a savaş ilân etti. Önce Silistre’yi işgal etti; sonra, Sofya doğrultusunda ilerlemeye başladı.
Bulgarlar, bu muharebeler sırasında, Çatalca’daki kuvvetlerinden Önemli bir kısmını çekmek zorunda kalmışlardı.
Bu durumdan ve Bulgaristan’ın Midye-Enez sınır hattının tespiti işine yanaşmamasından faydalanan Osmanlı kabinesi, İngilizlerin protestosuna rağmen, 13 Temmuz 1913’te Çatalca ve Bolayır cephesinden taarruza geçti. 21 Temmuzda Kırklareli, 22 Temmuzda Edirne geri alındı.
İkinci Balkan Savaşında, her tarafta yenilgiye uğrayan Bulgaristan, barış önerisinde bulundu. 10 Ağustos 1913’te Bükreş Antlaşması ile, fiilî duruma hukukî şekil verildi ve bundan sonra 29 Eylül 1913’te İstanbul Antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmaya göre Kırklareli, Edirne ve Dimetoka, Osmanlı devletinde kalıyor; Meriç nehri, Türk-Bulgar sınırını teşkil ediyordu.
Yunanlılarla 14 Kasım 1913’te Atina’da yapılan barış antlaşması ile Meriç Nehrinin batısı ve Girit adası Yunanlılara terk edildi; Anadolu kıyılarındaki adaların hangi devlete ait olacağı, büyük Avrupa devletlerinin kararına bırakıldı.
14 Mart I914’de, artık sınır ilişkimiz kalmayan Sırbistan ve Karadağlılarla antlaşma imzalandı.

Kaynak: On Yıllık Harbin Kadrosu 1912 – 1922, İsmet GÖRGÜLÜ, 9-44 ss.

Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Tablolar

Bir Batılı ressamın fırçası ile Alman elçisi Freiherr von Schwarzenhornun henüz 9-10 yaşlarında olan Sultan IV. Mehmed’in huzuruna çıkarılışı (1651)II. Viyana Muhasarasının Sonucunu Belirleyen Muharebe (12 Eylül 1683)İnebahtı Deniz Savaşının iki Batılı Sanatkarın Fırçaları ile TasviriSultan Abdülmecit Eyüp’e GirerkenFatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul Muhasarası için Edirne’den Ordusu ile Yola ÇıkışıFatih Sultan Mehmed Han’ın Hiddetlenerek Atını Denize SürmesiFatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un Fethinden Sonra Ayasofya ÖnündeKanuni Sultan Süleyman Viyana KuşatmasındaOsmanlı Ordusu I. Viyana Muhasarasında (1529)Osmanlı Ordusu Viyana Önlerinde (1529)Kanuni Sultan Süleyman Viyana ÖnlerindePreveze Deniz Zaferi (1538)Osmanlı Ordusunun Malta Adasına Çıkarma Yapması (1565)Preveze Deniz Savaşı (1538)Hezarfen Ahmed Çelebi’nin Galata Kulesi’nden Uçması

Türkiye Hakkında Dört İngiliz Seyahatnâmesi

İngilizlerin Türkiye’ye alaka göstermesi on altıncı asır sonlarına, İngiltere’nin Akdeniz ticaretini kazançlı bulmaya başladığı günlere kadar gecikmiştir. Gerçi eskiden beri, bilhassa Kudüs’ü ziyaret maksadiyle, Osmanlı imparatorluğuna gelen İngilizler vardı. Fakat bunlar memlekete alaka göstermemişler, dinlerinin baş düşmanı belledikleri halkı ise tanımaktan kaçınmışlardır. On altıncı asır zarfında kendini hissettirmeye başlayan gezip görme merakı, hususiyle kazanç hırsı, bu dar din görüşüne galip geldi. Müslüman memleketler, bu memleketlerin en mühimi olan Osmanlı imparatorluğu da gezilir ve hakkında yazı yazılır memleketler sırasına girdi.
Yazılan İngilizce seyahatnamelerin, tafsilatı dikkate değen, en eskileri memleketi 1580 ile 1600 arasında görmüş olan dört seyyahın eserleridir. Bunlar da sırasiyle :
1) The Rare and Most Wonderful Thinges which Edward Webbe an Englishman borne hath seene and passed … New(y enlarged and corrected by the author. 1
2) The Travels of John Sanderson in the Levant, 1584-1602. 2
3) The Account of an Organ Carried to the Grand Seigneur and Other Curious Afatter.3
4) An Itinerary Containing His Ten Yeeres Travell through the Twefre Dominions of Germany, Bohmerland, Sweitzerland, Netherland, Denmarke, Poland, Italy, Turky, France, England, Scotland and lreland. Written by Fynes Moryson, Gent.4
O devrin bilhassa içtimai tarihiyle alakadar olanlar için bu eserleri faydalı bulduğumdan etraflıca tanıtmaya teşebbüs ettim.
* * *
Edward Webbe :
Topçu başı Edward Webbe, kendinin de dediği gibi “bilgiden mahrum basit bir adam, olduğu için maceralarını anlatan kısa eseri Elizabeth devrinin diğer ünlü seyahatnameleri ile bir sırada anılamaz. Halbuki başından kayda değer çok vaka geçtiği muhakkaktır. Babası onu, henüz 13-14 yaşlarında bir çocukken, Rusya’ya elçi gitmekte olan Anthony Jenkinson’un hizmetine verdi. Webbe elçiyle Moskova’da üç yıl (1566-1568) kaldı. Halkın dilini öğrendi ; “Türkler ve Tatarlar gibi giyinirlerdi, başlarında kürk serpuşlar vardı, üstlükleri de baldırlarını örtecek kadar uzundu,, diyor. Rusya’ya ikinci seferi 1570 yılında bir İngiliz ticaret filosuyladır. 24 mayıs 1571’de Moskova’dayken şehri Tatarlar zaptedip yaktılar. Webbe esir alınıp Kefe’ye götürüldü. Beş sene orada hanların sarayında hizmetkar olarak kullanıldı. Nihayet fidye verip onu da, yedi İngiliz arkadaşını da kurtardılar. Tatar çocuklarının doğduktan sonra dokuz gün dokuz gece gözlerinin açılmadığını söylüyor ! Dönüşte İngiltere’de fazla kalmadı. Bu sefer Livorno’ya, oradan da İskenderiye’ye giden bir gemiye topçu başı oldu. İskenderiye dönüşü “elli Türk kalyonuna rasladık,” diyor “bu kalyonlarla iki gün iki gece cenk ettik. Birçok erlerinin hakkından geldik,, (s. 19). Webbe hikayesini, tarih sırası gözetmeksizin, karışık anlattığı gibi mübalağalara düşmekten de kendini alamıyor.
Söylediğine göre kendileri altmış kişiymiş, cenk sırasında bunların ellisi ölmüş, geri kalanları da nihayet esir olmuşlar. Bundan sonra altı yıl padişahın gemilerinde forsalık etti. “Önce başımızı yüzümüzü tıraş ettiler. Sonra üstümüze bezden bir gömlek ve dizlik geçirdiler. Kollarımızla bacaklarımız çıplaktı. Her esir bir ayağından kalın bir zincirle kalyona zincirlendi. Ellerimizi de bir çift kelepçeyle kelepçelediler,, diyor (s. 20). Bu hayat çok meşakkatli olduğu için bir kurtulma imkanı arayarak topçuluktaki tecrübesini Türklere belli etmek yoluna gitti. Bu sefer daha sıkı göz hapsine aldılar. Fakat İran ile harb sırasında kendisini topçu olarak kullandılar. Bu harbe Türklerin 700:000 askerle giriştiklerini, yolda açlık ve hastalıktan 300.000 kişinin öldüğünü söylüyor.
İran ile muharebelerin birçoğuna topçu olarak katıldı. “Eğer Türk kuvvetli olduğu kadar müdebbir olsa İranlılar ona karşı koyamaz, fikrindeydi. İran harbinden sonra Şam yoluyla Kahire’ye gitti. Oradan, hep topçu başılık vazifesiyle, Hindistan ve Türkistan’a kadar uzandı. Dönüşte İstanbul’u büyük bir kıtlık içinde bulduğundan bahsediyor. Hizmeti sona erdiği için tekrar, iki bin hıristiyanla beraber hapse atıldı. “Orda elimiz hangi zenaata yatkınsa o zenaatta çalışmamıza izin verilmekteydi. Çıkardığımız işleri Türklere satardık, onlar da bunların karşılığı olarak bize para verirlerdi. Bu şekilde çalışmamıza, kar getirmeye gitme zamanı gelinceye kadar izin vardı. Orada her yıl kar toplamak adettir. Padişah her yıl bu kardan çok para kazanır. Kar toplanıp tebasına, bir kıyyesi bir akçaya, satılır. Bu kıyye iki buçuk İngiliz kıyyesi tutar. Bu karı yazın şerbetlerini soğutmak için kullanırlar,, diyor (s. 27). Burada dikkate değen nokta üç yüz elli yıl önce İstanbul hapishanelerinde mahpusları mesleklerinde çalıştırma usulünün düşünülmüş olmasıdır. Emeklerine karşılık haklarının yenmeden verildiğini öğrenmek de ferahlık getiren bir kayıttır. Webbe, beş yüz mahpusla beraber deldiği duvardan bir gece kaçarken, bir köpeğin havlaması hepsinin tutulmasına ve ceza olarak karınlarına 300, sırtlarına 400 sopa yemelerine sebep oldu ! Hapisten ancak İngiliz elçisi Harborne delaletiyle, fidyesi verilerek, l 588 yılında kurtuldu. Mahpusluğu sırasında şehzadenin sünnet düğünü için bir şenlik hazırlamak emrini aldığını, 13.000 havan fişeği ile iki ejder çeker gibi gözüken Nuh’un gemisi şeklinde bir mahitap hazırladığını yazıyor. Bahsettiği düğün Üçüncü Murat’ın şehzade Mehmet için 1582 yazında yaptığı meşhur düğün olacaktır. Webbe dönüşte Napoli’de İngiliz casusu diye hapsedilip üç kere dayak yedi. Sonra Napoli kıralına topçu başı oldu. Fakat, ilk fırsatta kaçarak, on üç senelik bir ayrılıktan sonra İngiltere’ye döndü. 1590 yılında, yine topçu başı olarak, Fransa kıralı Dördüncü Henri hizmetine girdi. Kıraldan gördüğü iltifatı kıskanan Fransız topçuları onu zehirlediler. Neyse ki kıralın hekimi tek boynuzlu atın boynuzundan içirerek onu ölümden kurtardı ! Webbe maceralarım burada, hükümdarına ve memleketine faydalı olacak bir hizmette kullanılmak temennisiyle bitiriyor.
* * *

John Sanderson :
John Sanderson hali vakti yerinde bir şapkacının oğluydu. 1560 yılında Londra’da doğdu. Hayatının hikayesini anlatırken, annesine üç gün ağrı çektirdikten sonra çok güç doğduğunu, çocukluğunun da hep hastalıklı geçtiğini söylüyor. Okulda da, kabiliyetsiz bir talebe olduğu için çok sıkıntı çekmiş. Babası hastalıklı bir adamdı; işleri günden güne bozuldu. Büyük oğlunu bir kumaşçıya çırak verdi. Bu tacir, yedi yıllık çıraklık müddeti dolmadan, John Sanderson’u (kendisine hiç danışmaksızın) dört yıllığına Levant Kumpanyası hizmetine verdi. O zamanlar bu kumpanya henüz “Turkie Company, diye anılırdı. Böylece genç Sanderson, elçi Harborne’un yanında çalışmak üzere, 1584 ekiminde İstanbul’a hareket etti. Ertesi mart oraya vardıktan sonra altı ay kadar elçinin evinde kahyalık etti. Bu işten hoşlanmamıştı. Zaten hatıra ve mektuplarında bütün hayatınca aşırı derecede müstakil fikirli, geçimsiz bir adam olduğunu belli ediyor. 1585 Ekiminde mal alım satımı için Mısır’a yollandı ve orada bir buçuk yıl kaldı. Ticaret bakımından fazla bir iş yapamadıysa da Mısır’ın görülecek yerlerini gördü. “Bu yerde insanı kötülüğe götürecek şeyler çok,, idi (s. 4). Ordan Suriye’ye geçti. Tutulduğu bir hastalık onu bir Yahudi hekimin eline düşürdü. ” İçimi öylesine temizledi, öylesine kan aldı ki aylarca o hastalıktan iyileşemedim diyor (s. 5). Şam Tarablus’undan hasta hasta gemiye binip 1588 martında İngiltere’ye döndü. Yanında çıraklık ettiği tacir yalnız bu seferden 5000 altın kazandı. Geminin yüküyse 70.000 altından fazla getirdi. Sanderson çıraklıktan kurtulduktan sonra, 1590 yılında kendi başına ticaret etmek üzere, Kap yoluyla Hindistan’a gitmeye teşebbüs etti. İngiliz tacirlerinden bu yolu daha önce tecrübe eden çıkmamıştı. Fakat bindiği gemi aylarca fırtınalarla hırpalandıktan ve İspanyollarla çarpıştıktan sonra gerisin geri İngiltere’ye döndü.
Sanderson’un Türkiye’ye ikinci defa, Levant Kumpanyası tacirlerinden birinin mümessili olarak, gidişi 1591 eylülündedir. Patras’ a kadar denizden gittikten sonra yolun geri kalan kısmını karadan geçti. Patras’ta “rachie dedikleri,, içkiden öyle sarhoş olmuş ki ağzına parmaklarını sokup midesini boşalttırmasaymış o gece muhakkak ölürmüş ! Geçimsizliği o dereceydi ki, İstanbul’da bulunduğu kadar İngilizlerden kavga etmediği kimse kalmadı. Bununla beraber, elçi Barton kendisini elçilikte misafir etmeye devam etti. Barton’u, evvelki görüşüne nispetle değişmiş, zevkine düşkün bir adam bulduğunu yazıyor. Türkiye’de bu ikinci bulunuşu sırasında Üçüncü Murat ölüp yerine Üçüncü Mehmet geçti. Sanderson, ölen padişahın ve arkasından boğdurulan on dokuz şehzadesinin cenazelerinin götürülüşünü gördü. “Yeni padişah, Sultan Mehmet, hükümdarlığının ilk yılı hıristiyan imparatoruna harb açarak Macaristan’a gitti. Elçimiz değerli Edward Barton refakatindeydi.5 (Yanında Signior Matteo adlı Galatalı ihtiyar bir Rum da gitti ; bu adam birçok yıllar padişahın elçilerine baş tercümanlık etmişti.) Yola çıkmadan padişah kendisine 22 hıristiyan hediye etti. Bunlar üç yıldır İstanbul’ da hapistiler. Barış bozulduğu sırada hıristiyan imparatorunun elçisinin hizmetindeydiler. Padişah ayrıca, kendi arazisinde edecekleri masrafın ödenmesini de emretti. Onları imparatorun bulunduğu yere kadar götürmek üzere hizmetlerine dört araba ve bir çavuş tahsis etti. Elçimizin padişahla gitmesinin baş sebebi bu iki büyük hükümdar arasında barış tesis etmekti. Netekim daha önce Lehlerle ölen padişahı barıştırmıştı. Eğer haşmetli kıraliçemiz emir vermiş olsaydı bu iş kolayca görülürdü,, diyor (s. 58-59). Valide sultan nezdindeki nüfuzu ve para kuvveti sayesinde elçinin beyler, patrikler (müftüler ?), valiler azil ve naspında çok tesirli olduğunu ; davaları istediği yolda neticelendirebildiğini söylüyor.
Hoca Sadettin Efendi de Barton’un “pek hakiki bir dostu ve yardımcısı,, imiş. Sefer sürdüğü kadar, yani altı ay, Sanderson İstanbul’da elçiye vekillik etti. Padişah dönüşte, Edirnekapı dışında büyük merasimle karşılandı. Sanderson bundan sonra İstanbul’da daha fazla kalmadı. “Orada bulunduğum kadar şehrin içinde ve bütün civarındaki anılmış yerlere gittim,, diye kısa keserek gördüklerini hiç anlatmıyor. Okurların, kendisine bir Yahudi hekim ve şairi tarafından İtalyanca yazılıp verilen ve kendisi tarafından hemen iki gün içinde İngilizceye çevrilen kısa bir risaleye bakmalarını söylüyor6. 1597 sonbaharında karadan İskenderun’a gitmeye karar verdi. Maiyetinde dört kişiyle atlı olarak Üsküdar’dan, Halep’e vali giden bir paşa refakatinde, yola çıktı. Kartal, Gebze, Dil, Kurtköy, İznik, Yenişehir, Akbıyık, Bozöyük, Eskişehir, Seyitbattal, Bayat, Bolvadin, Akşehir, Ilgın, Konya, İsmil, Karapınar, Ereğli, Ulukışla, Kadınhan, Zağvercik, Adana, Misis, Tarsus, Kurtkulak, Beylan yoluyla kırk dört günde Halep’e geldiler. Orada hastalık yüzünden üç ay kaldıktan sonra Antakya’ya uğrayarak İskenderun’a geldi. Buradan büyük bir Venedik gemisiyle 23 şubat 1598 tarihinde hareket ederek, Kıbrıs’ı da gördükten sonra, 22 nisanda Venedik’e ulaştı. Oradan da Orta Avrupa yoluyla 29 haziranda Londra’ya vardı. Bir yıl sonra, kıraliçe Elizabeth’ten padişaha bir erganun hediye götüren gemide, Sanderson üçüncü defa olarak İstanbul’a gitti. Bu seferki vazifesi Levant Kumpanyasının veznedarlığı idi. Yolculuğuna dair bir şey anlatmadığı gibi, yol arkadaşı erganun ustası Dallam’ı da hiç anmıyor. Seyahatnamesi bu bakımdan Dallam’ın seyahatnamesiyle tezat teşkil eder. Sanderson elçi Barton ile pek geçinememişti. Fakat bu sefer İstanbul’a varışında ilk işlerinden biri, iki yıl kadar önce ölüp Heybeliada’ya gömülen elçinin mezarını ziyaret etmek oldu. Şehirdeki birçok idam cezalarını da kaçırmadan takip ettiği anlaşılıyor. Bu cezaları tasvir de etmektedir; mesela Eflak voyvodası Stefano’nun nasıl çengele asılarak öldürüldüğünü tasvir ediyor. Ehemmiyetle anlattığı hadiselerden biri, zengin bir Yahudi kadınının evinden zorla çıkarılıp sadaret kapısında öldürülüşüdür. “Oradan, padişah Sultan Mehmet’in durup seyrettiği bir saray penceresi önünden geçirilerek iplerle çekile çekile şehrin meydanına götürüldü. Orada, Theodosius’un diktiği sütunla tunçtan üç başlı yılan sütununun arasına, köpekler yesin diye bırakıldı. Köpekler, kemikleriyle bacaklarının adaleleri ve tabanları müstesna, her tarafını yediler. Başı ve ayıp yerleri bir mızrak ucunda şehrin her tarafında dolaştırılmıştı. Etinden küçük parçaları da ipliğe geçirip Yeniçeriler sokaklarda gezdirmişler; etraftakilere, Yahudilere göstererek hakaretle ‘Kahpenin etini görün !’ demişler. Bir parçasını Galata’daki evimizin önünden geçirirlerken gördüm. Büyük oğlu da ertesi gün aynı şekilde, aynı vezir-i azamın avlusunda zalimce hançerlenip öldürüldü, sonra sürüklenip annesinin yanına bırakıldı. Fakat o kadar şişman ve yağlıydı ki köpekler ona yanaşmadılar. Yahut, bir gün önce annesini yeyip doymuşlardı (kadın ufaktefek, tıknazca bir kadındı). Onun için, ertesi gün aynı yerde, bu cesedi annesinin kemikleriyle beraber yaktılar. Kadının ikinci oğlu canını kurtarmak için Türk [yani müslüman] oldu. Bıraksaydılar ölen ağabeyi de öyle yapardı. Öfkeleri yatışmış olmalı ki kadının henüz çok genç olan üçüncü oğlunu sağ bıraktılar. Bu hadise Sıpahilerin işiydi, Valide sultana kızgınlıklarından yapmışlardı. Çünki bütün rüşvetlerini bu Yahudi kadın eliyle alırdı. Oğulları da İstanbul’un başta gelen tacirleriydi, bütün kazançlı işler ellerindeydi, keyiflerinin istediğini yaparlardı. Kadınla çocukları milyonlar değerindeydi, bunun hepsi padişahın hazinesine gitti,, (s. 85-86). Ancak birkaç sayfa tutan bu üçüncü Sanderson seyahatnamesinin bir fıkrası, İstanbul’da bir deniz müzesi kurulmasına ehemmiyet gösterilen şu sırada, alaka uyandırabilir. Sanderson, bostancı-başıdan padişahın celladı olarak bahsettikten sonra, “kayıklara da o bakar,, diyor. “Padişah bindiği zaman dümeni hep o kullanır. Bu kayıklar çok süslü ve görülmeye değer bir güzelliktedir. Kıç baştan başa fildişi, abanoz yahut denizaygırı dişindendir. Seksen tane seçme kürekçisi vardır, her kürekte ikişer ikişer çekerler. Bir tarafta yirmi kürek vardır. Kürekçiler hep beyaz mintan ve kırmızı serpuş giyerler. Kürek çekerken de çok defa köpek gibi haykırırlar. Sebebini bilmiyorum, meğer ki dümende oturan bostancı-başıya bir şey söyler de işitirler diye korkularından olsun. Yanına aldığı vükelası müstesna, maiyetindeki dilsizlerle cüceler daima bir başka kayıkla takip ederler; çok kere kadınları da,, (s. 89).
Sanderson’un Türkiye’yi bu son ziyareti doğu ticaretinin Akdeniz yolundan cenubi Afrika yoluna geçtiği yıllara raslar. Bir taraftan Felemenkliler, bir taraftan İngilizler bu yolla ticareti geliştiriyorlardı. Onun için Levant Kumpanyasının Akdeniz ticareti eskisi kadar verimli olamıyordu. Bununla beraber 1601 yılında, epeyce güçlüklerden sonra, Kapitülasyonlarını yeniletebildiler. Bu Kapitülasyonun metni ilk defa olarak, Sanderson’un evrakı arasındaki bir kopyesinden öğrenilebilmiştir (s. 282-287). Bir ay sonra, 1601 mayısında, Sander son İstanbul’dan ayrıldı. Gemiyle Sayda’ya gitti. Kudüs’ü ziyareti epeyce maceralı geçti. Çünki, kılıçlı gezdiği için Türkler çattılar. Para cezası verip silahını teslim ederek bu derdi savdı. Bu sefer, Mescid-i Aksa’nın katolik muhafızları, kendilerine başvuracak yerde Rum patriğine gitti diye gürültü çıkardılar ; Yahudi yol arkadaşları ile seyahat ettiğine göre Yahudi olduğundan bahsedip ziyaretgaha sokmak istemediler. Nihayet bu yolculuğu da tamama erdi. İskenderun’dan gemiye binerek Venedik’e gitti. Oradan da Orta Avrupa ve Paris yoluyla 25 ekim 1602 tarihinde Londra’ya vardı. Sanderson İngiltere’ye döndükten sonra bir iş tutmadı. Ticaretten kazandığı paranın geliriyle ömrünün sonuna kadar rahat bir bekar hayatı geçirdi.
Seyahatnamelerini, bir akrabasının tavsiyesi üzerine, 1604 yılında topladı. Ne yazık ki bunlar kısa, okura bilgi vermek bakımından fakir şeylerdir. Sanderson bir taraftan da İstanbul’daki tanıdıklariyle mektuplaşıyor_du. Memleketi iyice tanıdığı için kendisine gönderilen mektuplarda iç vaziyete ait etraflı malumat verilmektedir. Mektuplaştığı kimseler arasında, sonra elçilik mevkiine yükselen, katip Thomas Glover da vardır. Ancak, bu mektuplar 1611 yılında, yazmanın birinci cildi sona erdiği için, kesiliyor. Öyle görünüyor ki ikinci cilt kaybolmuştur. Vasiyetnamesine 1626 ağustosunda bir zeyl ilave edildiğine, vasiyetname hükümleri de 3 mart 1627 tarihinde yerine getirildiğine göre bu iki tarih arasında ölmüş olacaktır. Sanderson’dan kalan yazma eser, folio olmak üzere dört yüz sayfalık büyük bir cilt teşkil etmektedir ; British Museum’da Lansdowne yazmaları arasında 241 numarada kayıtlıdır. Bu cildin içinde çeşitli vesikalar vardır : Sanderson’ın kendi yazdığı hayat hikayesi, seyahatnameleri, yazdığı ve aldığı birçok mektupların kopyeleri, türlü resim ve hususi evrak kopyeleri, ilaç tarifeleri, alacak verecek listeleri, vs. vs. Sir William Foster neşrettiği cilt için bunlardan bir seçme yapmıştır.
* * *
Thomas Dallam :
Thomas Dallam on altıncı asır sonunda Türkiye’ye gelen İngilizlerden şahsı da eseri de en dikkate değenidir. İngiltere’nin şimalinde Lancashire eyaletinde Dallam köyünden gelen bu sanat adamı, Londra’da yerleştikten sonra, zamanla on yedinci asrın en büyük erganun yapıcılarını yetiştiren Dallam ailesini kurdu. Hayatı hakkında bilinenler pek azdır. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor; 1570 ile 1630 arasında yaşadığı tahmin ediliyor. Menşei de büyük oğlunun Oxford’da New College kilisesindeki mezar taşından anlaşılıyor. Taşın üzerinde şunlar yazılıdır : “Burada (halkça erganun denen) nefesli aleti yapmakta usta Robertus Dallam yatıyor. Lancashire ilinde Dallam köyünden Thomas Dallam’ın oğludur. Mayısın sonuncu günü, 1665 yılında, 63 yaşında ölmüştür.,, Thomas Dallam, meslekteki hünerini Londra’da erkenden göstermiş olacak ki kıraliçe Elizabeth’den Osmanlı padişahına gidecek hediye erganunun inşası ona havale edildi. Bu iş bir yıl kadar bir zaman almış olmalıdır. Çünki Türkiye’den lngiltere’ye döndükten sonra Cambridge’in meşhur King’s College kilisesi için yaptığı erganun 58 haftada tamamlanmıştır. Dallam, inşa ettiği hediye erganunu yola çıkarmadan önce sarayda kurup kıraliçeye gösterdi. Ona beğendirdikten sonra söküp kasalara yerleştirdi. Londra’dan 9 şubat 1599 tarihinde yola çıktı. Epeyce arızalı bir deniz yolculuğu geçirerek 15 ağustosta İstanbul’a vardı. Erganunu Topkapı sarayına taşıtıp orada tekrar kurdu.
Hediye padişahtan büyük takdir gördü, Dallam Türkiye’de alıkonmak istendi; memlekette çoluk çocuğu beklediğini uydurarak güç kurtulup dönebildi. Yoksa saraya alacaklardı. Bununla beraber, erganunun nasıl işlediğini iyice öğretsin diye yine geç salıverdiler, böylece bir gemi kaçırmasına sebep oldular. İstanbul’dan ancak 28 kasımda ayrılabildi. Orada kaldığı kadar şehri ve civarını iyice gezmişti. Dönüş yolculuğu da denizden oldu. Köpek balıkları avlayarak, İspanyol gemileriyle cenge tutuşarak heyecanlı geçen bir yolculuktan sonra, (yazmasının son kısmından birkaç sayfa kaybolduğu için ancak tahmin ediliyor ki) 1600 baharı sonunda İngiltere’ye vardı. Az sonra evlendi. İlk oğlu zamanla erganun ustalığında “peritissimus artifex,, tanınan ve gerek babasiyle birlikte gerek kendi başına İngiltere’nin meşhur birçok erganunlarını yapan Robert Dallam’dır. Öbür oğulları Ralph ile George da aynı meslekte kendilerini gösterdiler ; birinin 1672 yılında Greenwich kilisesinin erganununu yaparken öldüğü, öbürünün de ı686’da Hereford katedralindeki erganuna bir ilave yaptığı biliniyor.
Thomas Dallam’ın seyahatnamesi, yola çıkışından memleketine dönüşüne kadar görüp geçirdiklerini hemen hemen günü gününe anlatan canlı bir hikaye teşkil eder. Yola çok acele çıktığını söylüyor. Yanına alacağı şeyler hakkında danışacak kimsesi olmadığı için yiyecek ve giyecek namına bütün yolluğunu kendi tertiplemiş. Verdiği listede bunların tutarı 12 sterlingdir ki o zaman için mühim bir para sayılır. Kendisini İstanbul’a götürecek gemiye binmek üzere Londra’dan g şubat l599’da ayrıldı. Yanına, sandığı ile yatağından başka, yolda parmakları durmasın diye, o devrin piyanosu sayabileceğimiz bir virginal almıştı. İngiltere’den ayrılmaları, uygun rüzgar esmemesi yüzünden, bir aydan fazla sürdü. Ayrıca, yola çıkarken öğrendiler ki, umumiyetle “Dunkirker,, diye anılan Manş korsan gemilerinden yedi tanesi, yükü çok kıymetli olduğu etrafa yayılan gemilerini beklemektedir. Fakat kaptan yolundan dönmedi. Hatta bu gemilere rasladığı zaman da, rüzgar kaçmasına elverişli olduğu halde, doğruca üzerlerine gitti. Korsanlar, üstlerine saldıran bu büyük gemi tüccar gemisi değil, donanma gemilerinden biridir sanıp kaçmaya kalktılar. Bu sefer kaptan onları kovaladı, topa tuttu; nihayet, uzlaşmak üzere kaptanlarını gemisine gelmeye mecbur etti. Bunlardan rüşvet alıp gemilerini salıverişine Dallam da mürettebat da içerlediler. Dallam “Pekala elindeyken bu yedi yelkenliyi esir edip İngiltere’ye götürseydi bir İngiliz tüccar gemisinin yapabileceği en cesurca işi yapmış olur, hem de çok büyük itibar kazanırdı,, diyor (s. ıo). İngiltere’den 16 martta ayrıldıkları zaman etrafta hiç yeşillik yoktu, on bir gün sonra Cebelüttarik’i geçerken boğazın iki yanında da yeşil tarlalar ve çiçek açmış ağaçlar görmek Dallam için pek hoş oldu. Akdenizde ilk olarak Cezair’e uğradılar. Şehrin büyüklüğü ve nüfusunun çokluğu gözüne çarptı. Ahalinin çoğu Türkmüş; ama bunların ekserinin ihtida etmiş hıristiyanlar olduğunu ilave ediyor. Tavuklarla piliçlerin çokluğundan da bahsederek “bunlar, tavuğa lüzum kalmaksızın, fırınlarda sıcak kümeslerde suni vasıtalarla kuluçkalanıyorlar,, diyor: “Şimdilik nasıl olduğunu iyice anlatamayacağım, Tanrının izniyle ilerde belki anlatırım,, (s.14) demesine rağmen niyetini gerçekleştirmemiştir. Cezair paşası haber göndererek padişaha giden hediyeyi görmek istedi. İsteği yerine getirilmeyince kaptanı hapse attı. Fakat Dallam ile yardımcısı da kaptanın sözlerini tekrarlayıp, hediyenin kurulmasının zor olduğunu söyleyince isteğinden vazgeçip mahpusları salıverdi. Cezair’den yola çıktıktan sonra Malta yakınlarında rasladıkları bir gemiyi kovaladılar, kaptanını hediyelerle gelip teslim olmaya mecbur ettiler. Bu misaller o zamanlar açık denizde korsanlığın her milletten gemi için tabii sayılan bir hareket olduğunu açıkça belli etmektedir. Kaptan bir kere daha rüşvet alıp gemiyi serbes bırakarak gemicilerini aldattı. Halbuki tuttukları gemi on bin altınlık İspanyol malı yüklüydü. İki gün sonra kovaladıkları bir Fransız gemisinden bir şey ele geçiremediler. Akdeniz’de uğradıkları ikinci liman Zanta oldu. Dallam diyor ki : “Proveditore [Venedikli vali] ve sıhat memuru denen maiyeti karaya çıkmamıza izin vermediler. Çünki halkı Türk olan Cezair’den geliyorduk, gemimizde de birkaç Türk getirmiştik. Fakat altı gün sonra pratique aldık, yani karaya çıkmamıza izin verildi. Usul buymuş: Türkiye’nin herhangi bir yerinden gelenler, bir Venedikli yahut İtalyandan mektup getirmiyorlarsa ya gemide kalmalı, yahut lazaretto dedikleri bir hapisanede on gün beklemeliymiş. Bu müddet zarfında içlerinden hastalanan olursa hepsi on gün daha beklermiş. Böylece hepsi on günü iyi geçirinceye kadar kalırlarmış,, (s. 19). Dallam gemide beklerken denize yakın bir dağı gözüne kestirmişti: ilk fırsatta yemeyip içmeyip bunun tepesine çıkacaktı. İki yolcuyu daha kandırarak, karaya ayak bastıkları gün o dağa tırmandı. Bu dağcılıklarını, yoldaşlarının korkusunu, dağda karşılaştıkları kimseleri, kendilerine nasıl şarap ikram edildiğini, karşılık olarak onun da cebindeki Sevil bıçağını hediye ettiğini, dağ kilisesinde rasladıkları kadınlardan gördükleri alakayı, çağrıldıkları Paskalya ziyafetini hoş bir üslupla hikaye ediyor. Hikayecilik bakımından Dallam’ın seyahatnamesi şüphe yok ki bu devir seyahatnamelerinin en güzelidir. Yolcular mayısın on beşinde İskenderun limanına vardılar. Civar dağlar çok yüksek ve denize yakın olduğu için gemilerin, rüzgarsız kalmaktan korkup limanın içine kadar girmediklerini söylüyor. Yakın ormanlarda avlanmaya heveslendiler, fakat rasladıkları dağlılardan korkarak güçlükle kaçıp kıyıya döndüler. İskenderun’dan bahsederken, buranın su basmış harap ve metruk bir yer olduğunu söylüyor. ” Ancak üç misafirhane var : biri İtalyan , biri Fransız , biri de İngiliz. Bahçe köşkü misilli sazdan yapılmış birkaç kulübe var. İki tane de küçük çadır,, diyor (s. 31). İlk defa olarak İskenderun’da gördüğü manda ve kertenkeleleri bir seyyah heyecaniyle anlatıyor. Bir sabah yamaçları güzel çadırlarla kaplı gördüler. O sabah gemi Halep için İngiltere’den aldığı yükü boşaltacaktı. Fakat şehirdeki İngiliz tacirlerinden, karaya yük yahut adam gönderilmemesi için haber geldi. Bu çadırlar Şam’dan gelip harbe giden askerlerin çadırlarıymış, “kıyıda beğendikleri bir şey görürlerse kendi malları gibi alırlarmış,, (s. 31). Askerler aynı gece hareket ettiler. Havanın sıcaklığından gündüz konup gece yürüyorlardı. Böylece ardı ardına dört gece oradan asker geçti. İskenderun’dayken Dallam’ın görüp şaştığı bir icat da vardır ki, iki yüz küsur yıl sonra Waterloo günlerinde mühim bir yenilik zannedilmiştir. Şöyle anlatıyor : “Haziran’ın birinci günü Halep’ten İskenderun’a çok garip bir şekilde mektuplar geldi. Bu iki yer arası yetmiş iki mildir. Orada bir müddet bulunduktan sonra bu usulün alelade bir şey olduğuna kanaat getirdim. Tacirlerimizin evinde oturmuş konuşuyorduk, önümüzdeki kafeste güvercinler yem yiyorlardı. İçeri ak kanatlı bir güvercin uçageldi. Yere öbür güvercinlerin yanına indi. Tacirlerden biri onu görünce ‘Hoş geldin, yeğit Tom !’ diyerek onu eline aldı. Kuşun kanadının altına iplikle bir mektup bağlanmıştı, boyu bir on iki penilik kadardı. Dört saat önce yazılmıştı. Kaç defa tekrarlandığını gördümse hep dört saat çekti,, (s. 32).7 İskenderun’da üç dört hafta kadar kalıp yük boşalttıktan sonra İstanbul’a gitmek üzere hareket ettiler. Yolda uğradıkları Rodos, başlarından bir macera daha geçmesine vesile oldu. Şehre çıkıp dolaşmışlar ; fakat sonra içlerinden ikisini “Parlye Francko, sinyore ? ,, diye yanlarına yanaşan Türk memurlar tutup hapsetmişler ; nihayet kaymakama hediye kumaş götürülerek iki İngiliz kurtarılmış. Bundan sonra gemileri Hector tekrar yola çıktı. Sisam adasında halk gemiyi görür görmez evlerine kaçtıkları için yiyecek içecek tedarik edemediler. Sakız adasına çıkarlarken, Dallam’ın gezme merakından ve maceracılığından bıkmış olduğu anlaşılan kaptan ihtarda bulundu : “Bu adadan başka dünyanın hiçbir yerinde sakız yetişmez,, dedi,” şimdi tam da mevsimi. Buranın mahsulleri sadece sakız, pamuk ve şaraptır. İleride gözüken şehre giderken bu mahsullerin yetiştiği bahçeler arasından geçeceksiniz. Bir dal sakız, yahut bir topak pamuk, yahut bir salkım üzüm kopardığın görülürse cezası bir yıl hapistir. Hem bu ceza affedilmez. Onun için ben haber vermemiş olmayayım.,, Şehirde herkes bu yabancıların etrafına toplandı. Yiyecek satın almak istediklerini öğrenince bir Rum bunları şehirdeki konsolosun evine götürdü. Konsolos taraçasında kendilerine çörekler içkiler ikram etti. Halk onları göreceğiz diye konsolosun bahçe duvarına tırmandılar ; o kadar yığıldılar ki duvar göçtü ! Şehre gönderilen adam, o gün günlerden pazar olduğu için, yiyecek namına bir kile sarmısaktan başka bir şey alamadan geldi. Elleri boş dönmemek için sarmısağı aldılar. Dallam konsolosun evinden ayrılırken taraça merdivenlerinin iki yanına dizilerek onları geçiren kadınların güzelliğini hayranlıkla anlatıyor. Sakız’dan sonra, rüzgarın elverişsizliğinden, Trova yakınlarında durdular. Dallam bu fırsattan istifade ederek orayı da gezdi. Çanakkale dışında, on beş kalyonla sefere çıkmış olan Kaptan paşaya rasladılar. Gemilerin hepsi güzel boyanmış ve iyice cilalanmıştı. Yelkenleri bezden yapılmıştı, bir yol beyaz bir yol maviydi ; direkleri de aynı renge boyanmıştı. Kaptanpaşa haber göndererek hediyesini istedi. İngiliz kaptan hediyelerin ambarda kapalı olduğunu, ancak elçinin çıkarabileceğini bildirerek bu güçlüğü atlattı. Dallam, rüzgarsızlıktan beklerlerken, Trova’yı bir kere daha gezdi. Yanında götürdüğü büyükçe bir çekiçle kendine bir mermer sütun kırdı. Eski abidelerin böyle meraklılar elinde, parça parça yerlerinden kaldırılıp götürülmesi o tarihlerden başlar ; on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu asırlar boyunca devam eder. Çanakkale’de rüzgarsızlıktan Hector uzun zaman beklemeye mecbur kaldı. Elçiden gelen haber üzerine Dallam ile daha on beş kişi üç kayıkla yola devam ettiler. Deniz fırtınalı olduğu zaman karadan gidiyorlardı. Ereğli’den önce Chora dışında ıssız bir evde geçirdikleri gecenin hikayesi bu seyahatnamenin çok canlı parçalarından biridir. Ereğli’den, kavunu bol Silivri’den geçerek nihayet ağustosun on beşinci günü İstanbul’a ulaştılar. Erganun gemiden çıkarıldığı zaman bütün tutkalları dökülmüş, boruların da kimi ezilmiş, kimi kırılmıştı. Elçi ve diğer memurlar ümitsizliğe düştüler. Dallam erganunu tekrar yeni gibi edeceğine bahse girdi; ve iki hafta içinde dediğini yaptı. Padişah, “denizden altı mil mesafede annesinin oturduğu bir saraya gittiği sırada,, erganunu tekrar parça parça ayırıp Galata’dan Topkapı sarayına geçirdiler. Safiye sultana da altı yüz altın değerindeki hediye arabası götürüldü. Dallam erganunu bir hafta içinde sarayda yeniden kurdu. “Bir ay hemen her gün orada yemek yedim ; ömründe bunu yapmış, yine de hıristiyan kalmış kimse bilinmiyor,, diyor (s. 64). Hediyenin verileceği günden bir gün önce elçi Dallam’ı yanına çağırarak onunla, yarı ihtar yarı teselli yollu, konuştu. Kıraliçeden gelen hediyenin “alelade bir prens veya hükümdara değil, dünyanın çok kudretli bir hakanına,, geldiğini, böyle hediye hıristiyan hükümdara verilmiş olsa Dallam’ın büyük ihsan alacağını, fakat bu dinsiz hükümdardan bir şey beklememesini, onu bir an memnun ederse talihli sayılacağını, yoksa hediyenin ayaklar altında çiğnenebileceğini söyledi. 25 eylül günü elçi, kırk kişilik bir maiyetle saraya gitti. Az sonra padişah da saltanat kayığı ile annesinin yanından döndü. Hediyesini görmek için acele ediyordu. Dallam’ın yardımcılarını hemen dışarı çıkardılar, Dallam erganunu on beş dakika sonra başlayacak şekilde kurmuştu. Padişah yerine oturunca ahenk başladı. Önce saat çaldı. Sonra on altı çanlık takım, dört ses üzerine, bir hava tutturdu. Sonra aletin üzerindeki iki bebek borazan çaldılar. Sonunda da erganunun tepesindeki bir küme kuş kanat çırpıp öttüler. Padişah aletten pek memnun kalmıştı. Tekrar çaldırıp dinledi. Tuşların kendi kendilerine hareket etmeleri merakını uyandırmıştı. İstenirse onlara değerek de erganun çalınabileceğini söylediler. Padişah çalacak kimse var mı diye sordu. Aleti getirenin çalabileceği söylenince çağırılmasını emretti. Dallam “Kapıdan girince gördüklerim beni çok şaşkın etti,, diye anlatıyor. “Padişahın sağından içeri girmiştim. Kendisinden 16 adım kadar uzaktaydım. Fakat başını çevirip bana bakmadı. Azamet içinde oturuyordu. Fakat onun manzarası, arkasında duran maiyetinin manzarasına nispetle hiçti. Bu manzara beni, adeta başka bir dünyadaymışım zannına düşürdü. Padişah hareketsiz duruyor, önündeki hediyeye bakıyordu. Ben de, gözlerim onun ardında duranlara bakmaktan kamaşmış, öyle kalmıştım. Bunlar dört yüz kişi vardı. İki yüzü asıl hizmetkarlarıydı ; en gençleri 16, kimi 20, kimi de 30 yaşında kadardı. Baldırlarına kadar inen sırma dokumalı üstlükler giymişlerdi. Başlarında sırma dokumalı kumaştan küçük başlıklar vardı. Kimisininki de hareli kumaştandı. Bellerinde kemer yerine büyük ipek çevreler sarılıydı. Ayaklarında kırmızı meşinden papuçlar vardı. Başları tıraş edilmişti. Yalnız kulak ardlarından, sincap kuyruğu gibi bir tutam saç sarkıyordu. Sakalları da tıraş edilmiş, sade bıyıkları bırakılmıştı. Bu iki yüz kişinin hepsi de yakışıklıydı, hıristiyan olarak doğmuşlardı. Üçüncü yüz dilsizdiler, ne işitiyor ne konuşabiliyorlardı. Onlar da ağır sırmalı dokumalar ve meşin papuçlar giymişlerdi ; fakat başlıkları mor kadifedendi, bunların tepesi deriden su kapları biçimindeydi, ağızları sivri uçlu beş dilime bölünmüştü. Dördüncü yüz hep cüceydi. İri gövdeli, fakat çok kısa boyluydular. Her cücenin belinde bir yatağan8 vardı. Onların elbiseleri de sırmalı kumaştandı. Ben en çok o dilsizlere şaştım. Çünki yanlışsız işaretleriyle hediyenin bütün hareketlerini bana anlattılar,, (s. 69-70). Dallam bir müddet ne yapacağını kestiremedi. Çünki sazı çalabilmek için hem padişaha değecek şekilde oturması, hem de ona arkasını çevirmesi lazımdı. Halbuki böyle bir hareketin cezası ölümdü. Kendisine rehberlik eden kapıcıya derdini anlattı. Padişahın emri üzerine kapıcı kendisini cesaretlendirerek ileri itti. Dallam başını yere kadar eğerek gidip erganunun önüne oturdu. Nasıl çaldığını görebilmek için padişah kalkıp sedirinin yerini değiştirtti. Dallam “yerinden kalkarken beni ileri doğru itti; o kadar yakın oturuyordu ki itmemesi imkansızdı. Ama ben başımı uçurmak için kılıcım çekiyor sandım,, (s. 71) diyor ! Erganunda birçok havalar çalıp padişahı eğlendirdikten sonra, başı yine yerde, çekilip giderken padişah elini arkaya uzatıp bir avuç dolusu altın alarak kendisine ihsanda bulundu. Elçinin dediği doğru çıkmamış, Dallam kırk beş altın mükafat almıştı. Bütün bu müddet esnasında elçi dışarda, huzura kabul edilip kraliçeden gelen mektupları sunmak için bekliyordu. Ayak üstü Dallam’dan öğrendiği habere pek sevindi. Dallam’ın padişah huzuruna kabul edileceğini hiç ummamıştı. Yoksa üstünde çok daha iyi bir elbise olmasına dikkat ederdi. Dallam sarayı pek memnun etmişti. Türkiye’de kalmasını, kalırsa kendisine saraydan iki cariye verileceğini söylediler. Fakat Dallam, memlekette çoluğum çocuğum var diye uydurarak bu müşkülden sıyrıldı. Bir acemioğlan ona sarayı gezdirdi, hazineyi gösterdi. “Sonra mermer döşeli küçük bir avluyu geçerek duvardaki bir kafese gitmemi söyledi. Fakat işaretlerle kendisinin gidemiyeceğini anlattı. Kafese geldiğim zaman duvarın çok kalın olduğunu gördüm. İki tarafı da sağlamca demir parmaklıklarla örülmüştü. Fakat bu kafeslerin arasından, başka bir avluda padişahın otuz kadar odalığını top oynarlarken gördüm. İlk bakışta bunları delikanlı zannettim. Fakat arkalarına doğru sarkan ucu inci püsküllü saç örgülerini ve diğer aşikar alametleri görünce kadın olduklarını anladım. Hepsi gerçekten güzel şeylerdi. Başlarında, yalnız tepelerini örten sırma işlemeli küçük bir başlıktan başka bir şey yoktu. Boyunlarında çevre filan da yoktu. Göğüslerinde inciden güzel zincirlere asılı birer elmas görünüyordu. Kulaklarında da elmas küpeler vardı. Üstlükleri asker pelerinlerine benziyordu ; kimi kırmızı ipekliden, kimi mavi, kimi başka renklerdeydi ve zıt renklerde bir işleme gibi dokunmuştu. Has kumaştan dizlikleri vardı; bu kumaş pamuktan yapılmış, kar gibi beyaz ve tülbent gibi inceydi. Arasından butlarını farkedebiliyordum. Bu dizlikler baldırlarına kadar geliyordu. Kiminin ayağında ince meşinden papuçlar vardı; kimi papuçsuzdu, ayak bileklerinde birer halka görülüyordu, ayaklarında dört beş parmak yüksekliğinde nalınlar vardı. Onlara o kadar uzun zaman bakakalmışım ki bana dostluk edip bütün bunları gösteren adam iyice kızmaya başladı. Bakmayı bırakmam için yüzünü buruşturup ayağını yere vuruyordu. Bense, gördüklerim o kadar hoşuma gitmişti ki pek isteksiz çekildim,, (s. 74-75). Dallam’ın işi artık bitmişti. Hector dönerken o da dönmek istedi. Fakat gemi kalkacağı zaman beklemesi için saraydan emir geldi. Dallam’ın erganunu bir başka yere geçirmesi lazımmış. Elçi kendisini “Türkler elinde bırakacak,, diye kızdı söylendi; güçlükle yatıştırıldı. Saraya giderek erganunu, üstü kuleli ve geniş taraçası denize nazır bir köşke nakletti. Metnin burada bir sayfası eksikse de anlaşılıyor ki erganunu kurarken padişahla odalıklarının köşke geldiği haberi duyulmuş, bütün acemioğlanlar kaçışmışlar. Tercümanı da kaçan Dallam ortada kalmış. Ancak, eli yatağanlı dört zenci üstüne saldırınca koşmaya başlamış, güç halle kapıya varıp kurtulmuş. Müteakip günlerde erganun işlerini tamamladı. Bir kapıcıya da nasıl kullanılacağını öğretti. Acemioğlanlar Dallam’ı memleketine dönmekten vazgeçirmek için tekrar tekrar ısrar ettiler, fakat kandıramadılar. Kısa bir hastalıktan sonra nihayet 28 kasımda sekiz kişilik bir kafileyle yola çıktı. Yanlarında, İngiltere’de doğma büyüme, fakat “dinden yana kusursuz Türk,, Finch adlı bir tercüman vardı. Selanik kıyılarına kadar bir karamursal gemisinde yolculuk ettiler. Oradan, kara yoluyla Zanta’ya gittiler. Tercüman oradan geri döndü. Zanta adasına çıkmak işi, Türkiye’den geldikleri için, gecikti. Ellerinde tavsiye mektubu yoktu, sıhat memurlarının emriyle lazaretto’ya kapatıldılar, İngiliz tacirlerin delaletiyle ancak bir haftada serbes bırakıldılar. Kendilerini adaya geçiren sandalcılara da, “pencereden denize atlayıp, üstlerindeki elbiselerle baştan ayağa suda yıkanmak şartıyla serbes bırakılacakları,, söylendi. Sandalcılara bu teklif hoş gelmediyse de, öfkeli bir insan olduğu anlaşılan bir İngiliz tacir “yatağanını sıyırdı, hemen atlamazlarsa bacaklarını keseceğine yemin etti, hepsini dışarı atlamaya mecbur etti.,, Adada, kendilerini Venedik’e yahut İngiltere’ye götürecek bir gemi bekleyerek kırk altı gün geçirdiler. Bu sırada, çoktan İngiltere’ye varmış sanılan Hector çıkageldi. Ona bindiler. Ters rüzgarlarla yolda epeyce oyalandılar. Buğday yüklü küçük bir İspanyol gemisini yağma ettiler. Atlas denizine çıktıktan sonra iki İspanyol harb gemisiyle çatıştılar. Çatışma nisanın yirmisinde oldu. Metnin bu kısmında bir iki sayfa kaybolduğu için cenk hakkında fazla bir şey öğrenemiyoruz. Fakat İngiltere’ye ulaşılınca, Dallam ile üç arkadaşına, İspanyol kaptanı götürüp Levant Kumpanyasının tacirlerine teslim etmek şartıyla, önden gitme izni verildiğine bakılırsa karşılaşmadan Hector galip çıkmış olmalıdır. Böylece 1600 baharı sonlarında, Dallam’ın hemen hemen on beş ay sürmüş olan maceralı Türkiye yolculuğu Londra’da sona erdi.

https://historytexts.blogspot.com/
* * *
Fynes Moryson:
Fynes Moryson 1566 yılında doğmuştur. Babası hazine memurlarındandı, daha sonra üç dört kere de mebus seçildi. Fynes, beş oğlunun üçüncüsüydü; Cambridge Üniversitesinde okudu. Oradan mezun olduktan sonra Peterhouse Kolejinin idare heyetine aza seçildi. Bu kolejin nizamnamesi, azalarından ikisinin seyahat etmelerine müsaade ediyordu. Fynes Moryson çoktan beri seyahat etmek ve bütün Avrupa’nın vaziyetini anlatan bir eser yazmak isterdi. Almanca, Fransızca, İtalyancayı konuşup yazacak kadar iyi öğrenmişti. Seyahat edenler için dil bilmenin lüzumunu kendi tecrübesine dayanarak söyler. Latincesi de mükemmeldi; netekim seyahatnamesini önce Latince yazıp sonra İngilizceye çevirmiştir. Moryson, kolejin müsaadesinden faydalanarak 1 mayıs 1591 tarihinde ilk yolculuğuna çıktı9. Almanya’ya geçerek Hamburg, Lübeck, Magdeburg, Leipzig gibi şehirleri dolaştıktan sonra yazı Wittenberg’de, kışı da Leipzig’de geçirdi. Ertesi bahar Prag’a kadar gitti. Sonra Almanya’nın cenup şehirlerini gezerek Heidelberg’e geldi. Yine şimale doğrulup da Felemenk’e yaklaşınca, orası İngiliz düşmanı İspanyolların işgalinde olduğu için, uşak kıyafetine girdi; bir seneye yakın oraları gezdi. Oradan Danimarka’ya geçerek atla Lehistan, Viyana üzerinden İtalya’ya geldi. Roma’da iken, hac için gelmiş bir Fransız olduğunu iddia ederek meşhur kardinal Bellarmine ile gidip görüştü. İtalya’da bir yıldan fazla zaman dolaştıktan sonra, İsviçre ve Fransa yoluyla, 1595 mayısında İngiltere’ye döndü. Fransa’da iç savaşı takip eden kargaşalıklar yüzünden çok güçlük çektiğini, fakir kılığına girdiği halde elbisesiyle kılıcının çalındığını söyler. Fynes Moryson gezmeyi sevdiği için seyahat eden ilk İngiliz seyyahlarındandır. Avrupa’yı dolaşmıştı, artık daha uzaklara gitmek istiyordu. “Dinin pınarı Kudüs’ü, eskiden hıristiyan imparatorlarına, şimdi de Osmanlı Türküne makar olan İstanbul’u görmek için gönlümde büyük bir arzu vardı,, diyor. Kardeşi bir Kudüs seyahati tasarlayınca ona katılmaya karar verdi. İki kardeş 7 aralık 1597 tarihinde İngiltere’den yola çıktılar, Orta Avrupa’yı geçerek Venedik’e vardılar. Önce karadan İstanbul’a gitmeyi düşündüler. Yanlarına elçinin katacağı yeniçeri ile yolculuğun geri kalan kısmının rahat geçeceğini düşünüyorlardı. Fakat Eğri seferi dolayısiyle kara yolunun emin olmadığını öğrendiler. Denizden gitmeyi düşündüler; fakat üç aydan evvel yola çıkacak gemi yok dendi. Moryson ancak dönüşte öğrendi ki Venedik’ten Zanta’ya gemiyle gidip oradan Mora’ya geçerek İngiliz konsolosunun vereceği bir yeniçeriyle Atina’ya gitmek, oradan da tekrar bir gemiye binip İstanbul’a varmak mümkünmüş. İki kardeşle Venedik’te tanıştıkları beş Kudüs yolcusu dördüncü yolu seçtiler : denizden doğru Kıbrıs’a gittiler. Oradan İskenderun’a geçip kara yoluyla Halep üzerinden Filistin’e gidebilirlerdi; ama yoldaşlarından ayrılmamak için Kıbrıs’tan Yafa’ya geçtiler. Türkleri hiç sevmediğini tekrar tekrar belli eden Moryson”sözü geçen yeniçeriler günde sekiz akçeye tutuluyordu,” diyor. “Bu muhafızlık vazifesini bir elçiden yahut tanınmış bir hıristiyandan alacak olursa insana gündeliğinden fazla para kazandırır : masraflarını idare eder, Türklerin hıristiyanlara yaptıkları üzere yok yere elinden para alınmasına meydan vermez, onu cebirden korur,,( c. 1, s. 446). Daha sonra Kudüs’te katolik papasların her vesileyle kendilerinden para aldıklarından bahsederken de “önce İstanbul’a yahut Halep’e giderek kendimize bir yeniçeri rehper tutmadığımıza hata ettik,, der (c. 11, s. 38). Türkiye’de silah taşımak yasak olduğu için kılıçlarını Venedik’te bıraktılar. Zaten Türklere karşı silah kullanamazlardı. “Türkiye’de herkes kendi memleketinin elbisesini giyebilir. Bununla beraber Avrupa elbiselerinden, hele kısa üstlüklerden hiç hoşlanmıyorlar,, diyor (c. 1, s. 449). Onun için iki kardeş kaba kumaştan uzun etekli üstlükler edindiler. Yeşil bir şey giyilmemesi lazım geldiğini Moryson ancak İstanbul’da öğrendi : “Birkaç gün önce İstanbul’da bir şeyden haberi olmayan zavallı bir hıristiyan, yeşil bir çift ayakkabı bağı kullandı diye, sopayla dayak yemiş, az kalsın öldürülüyormuş,, der (c. J, s. 451). Venedik’ten 21 nisan 1596’da çıktılar ; Kıbrıs’ta gemi değiştirdikten sonra 31 mayısta Yafa’ya vardılar. Moryson Kudüs’ü etraflı bir şekilde tasvir ediyor. İtalyan papasların para – canlılığından bilhassa şikayetçidir. Onları Kıbrıs’tan getiren yelkenli Yafa’da beklemişti ; dönüşlerinde alıp Trablus’a götürdü. Kaptanın parası Kıbrıs’ta bir İtalyan tacire bırakılmıştı ; adam yolculardan mektup götürmedikçe parasını alamazdı. Bunun için sözünü tuttu : hem Yafa’da onları bekledi, hem yolda hepsine iyi muamele etti. Trablus’tan, Moryson’un Muccaro dediği, bir mekkareci yedeğinde iki kardeş Halep’e gittiler. “Bu şehirde büyük faaliyet var,, diyor. “Bütün Asya ve şark adalarının mahsulleri buraya, yahut Mısır’da Kahire’ye getiriliyor. Portekizliler Hindistan yolunu bulmadan önce bütün o mallar bu iki şehirden tedarik edilirdi. Eskiden bu ticaret Venedik ile diğer birkaç İtalyan şehrinin inhisarındaydı. Fakat bir zaman sonra Portekizliler Hindistan ile ticarete girişerek bu malları ve türlü türlü mahsulleri, istedikleri fiata Avrupa’ya sevke başladılar. Böylece İtalyanların elinden ticaretlerinin çoğunu aldılar. Daha sonra Fransa kıralı padişahla anlaşınca Marsilya da bu ticarete ortak oldu. Zamanımızda, kıraliçe Elizabeth’in idaresinde, Venedikli ve Fransız tacirlerin çok direnmesine rağmen, İngilizler de aynı imtiyazı elde ettiler. Londra’daki Türkiye Kumpanyası bir ara bütün kumpanyaların eskisiydi. Sessiz sedasız, bu ticaretin getirdiği emniyet ve kazancın zevkini çıkarıyordu,, ( c. Il, s. 60). Yolcular Halep’te çok kalmadılar. Hem iki kardeş de hastalanmışlardı ; paraları, yolculuk tamamlanmadan tükenecek diye de korkuyorlardı. Sekiz gün daha beklemiş olsalardı hazineyi İstanbul’a götüren muhafız kuvvete katılabilir, böylece yolu hem emniyetle hem de 30 gün yerine 16 günde alabilirlerdi. Fakat acele ettikleri için İngiliz konsolosunun hazırlattığı bir kervana katıldılar. Bu türlü yolculuk onlar için çok yorucu oldu. Çünki kervan gün sıcağında konaklayıp gece yol alıyordu. Halbuki iki kardeş gece uyanık kalmaya alışık değillerdi ; gündüz sıcakta da uyuyamıyorlardı. Moryson, “Uykusuzluktan ve aşırı sıcaktan öyle rahatsızdım ki deli olmaktan korkuyordum ; bu halde hasta kardeşimin ne olacağı kestirilebilir,, der. Antakya’da hasta ağırlaştı. Fakat kervanı kaçırmamak ve hiç olmazsa İskenderun’daki İngiliz tacirin evinde kalmak için tekrar yola çıktılar. Fakat daha fazla meşakkata dayanamayan kardeşi yolda dizanteriden öldü. Ölenin malıdır, imparatorluk topraklarında ölenin bütün malı ise padişahın hazinesine gider diyerek Türkler kervanı zaptettiler. İskenderun’daki mümessil bunun aksini ispat edinceye kadar epey zaman ve para harcadı. Moryson bu iş münasebetiyle uğradığı haşin muamelelerden  acı acı bahsediyor. İskenderun için, öbür seyyahlar gibi, o da “fakir bir köy,, diyor. “Meşhur Halep şehrinin başka limanı olmadığı için tacirler mallarını buraya getiriyorlar, fakat kendileri hemen Halep’e dönüyorlar. Burada mümkün olduğu kadar az kalıyorlar, mallarının naklini her millet burada daimi oturan memuruna bırakıyor. İskenderun’da kalmayışlarının sebebi, havasının sıhate çok fena oluşudur,, (c. Il, s. 69). Dağların güneşi tuttuğunu, etrafın da bataklık olduğunu ilave ediyor. Moryson burada hasta düştü ; uzun zaman iyi olamayınca hava değiştirmek üzere Girit’e gitti. Geminin Marsilyalı kaptanı onu Kandiye’ye götüreceğine, karaya ilk değdikleri ıssız bir kıyıda bırakıverdi. Moryson, kendi de uşağı da hasta bulunduğu için, büyük zahmetlerle bir dağ manastırına sığındı. Manastırda kendisine iyi muamele ettilerse de hemen tecrit ettiler. Moryson, bu münasebetle, Venediklilerin sıhhat kontrolü hususundaki sıkılıklarını belirtir. Bu husus diğer seyyahların da gözüne çarpmıştır. Venedik idaresindeki bütün mühim şehirlerde bir sıhat dairesi ve şehrin hemen dışında bir lazaretto vardı. Dışardan gelen bütün yolcular, tacirler ve malları önce buraya konurdu. Burada her türlü rahatları temin edilir, yalnız başkalariyle konuşup temas etmeleri yasak edilirdi. Quarantana denen bu muamele kırk gün sürerdi. Bu arada sıhhat memurları yolcuları dikkatle sorgudan geçirir, hastalıklı bir yerden gelip gelmediklerini tahkik ederlerdi. Bir tehlike görmezlerse la prattica denen konuşma müsaadesini verir, yolcuları serbes bırakırlardı. Bundan başka, İtalya’da karadan seyahat edenler baletino denen bir sıhhat kağıdı göstermeye mecburdular. Moryson, Venediklilerin hatta veba salgını olmadığı zamanlarda bile böyle sıkı davrandıklarına işaret ederek “bunun sebebi nedir bilmem,, diyor ; “İstanbul şehri vebadan hemen hiç kurtulmadığı, gemilerin çoğu da oradan geldiği için olabilir. Yahut belki bu adetin ardında ticarete veya devlete hizmet etmek endişesi gizlidir,, (c. 11, 75). Moryson bu tereddüdünde haksız değildi; Kandiye’ye vardığı zaman memurlar, elinde İskenderun’daki Venedik elçisinden alınma bir sıhhat kağıdı bulunuşuna bakmadılar. “Hastalığımızın salgın hastalıklardan olmadığını bilmiyor değillerdi. Yine de (sonradan anladığıma göre) tüccarız ve kıymetli mücevherlerimiz vardır zannedip bizi lazaretto’ya yolladılar. Orada, usulleri üzere, hafiyeleri vasıtasiyle vaziyetimizi araştırıp mücevherlerimizi ele geçirmek ümidi olmadığını anlayınca… serbesçe şehre girmemize ve istediğimiz yere gitmemize izin verdiler,, (c. II, s. 80-81). Moryson Kandiye’de iki üç hafta kadar kaldıktan sonra bir Rum gemisiyle İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Seyahatnamesinde bu yolculuğu ve uğradıkları adalar hakkında yine etraflı ve faydalı malumat verir. “Buraya [Çanakkale’ye] gelince Rum gemiciler, yolculuk selametle geçti diye, gemideki bütün tacir ve yolculardan birer hediye istemek adetindedirler,, diyor. ‘”İnanmadım ama dendiğine göre, hediye vermeyen çıkarsa ayağından iple bağlayıp, bu adete uymaya razı oluncaya kadar, direğin tepesinde asılı tutarlarmış,, ( c. II, s. 87). İstanbul’a gelince İngiliz elçisi Edward Barton yanına bir yeniçeri verdi. Moryson bu muhafızla bir gün şehir içindeki görülecek yerleri gezdi ; bir gün de etrafını dolaştı. Şehir için, “bugün etraftaki Rumlarca Stimboli, Türklerce de Stambolda olarak anılıyor,, diyor (c. II, s. 97). Şehrin etrafını görmek için, önce bir piremeyle kırk akçeye Topane’den Yedikule’ye gittiler. Oradan surları takiben • yürüdüler. Haliç’e varınca tekrar kayığa binerek Topane’ye geldiler. Dönüşte Moryson yeniçeriye elli akçe verdi (c. II, s. 101-102). Şehir ve civarının kabataslak bir planım çizdikten sonra oldukça tafsilatla gördüklerini tasvir ediyor. Bu arada Ayasofya’ya da girmiş. “Çatısı nefis resimlerle süslü, bu resimler İtalyanların alla Mosaica dedikleri usulle yapılmış, döğme maden işi gibi parlıyor. :Fakat zamanla iyice eskimişler, bazı kısımları silinmiş,, diyor ( c. II, s. 94). Bundan da bir kere daha anlaşılıyor ki Ayasofya mozaiklerinin üstü on altıncı asır sonunda henüz sıvanmış değildi. Diğer seyyahlar gibi Moryson da Yedikule’nin hem hazine hem hapisane olarak kullanıldığına işaret ettikten sonra “herkesçe hazinenin orada saklı olduğu söyleniyor ama,” diyor, “padişah oraya çok seyrek gidiyor. Hazine neredeyse düşünce de oradadır sözünün doğruluğuna bakılırsa bence çok muhtemeldir ki (tecrübeli kimselerden de duyduğum gibi) hazinenin büyük kısmı sarayda, padişahın divanının bulunduğu yerde olsun,, (c. II, s. 96). Moryson İstanbul’dan 1597 şubatının son günü ayrıldı. Gemi kendisini almadan yola çıktığı için ardından kayıkla seyirterek Çanakkale’de ona yetişti. İstanbul’dan gelen gemiler, mahpus yahut köle kaçırmaları ihtimaline karşı Çanakkale’ de üç gün durdurulur ve gümrük muayenesinden geçirilirdi. Muayenesiz ve padişahtan izinsiz hiç bir gemiyi geçirmemek İstanbul’da Rumeli ve Anadolu hisarlarının, Çanakkale’de de eski Sestos ve Abydos hisarlarının vazifesiydi. Venedikli gemi işte bu muayene için bekliyordu. Moryson uşağıyla ona bindi. Ege, Adriatik adalarına ve Ragoza’ya uğrayarak nisan sonunda Venedik’e geldiler. Geminin seyri ağırlaştığı için son bir günlük yolculuğu kayıkla bitirdiler. İtalya ve Almanya’yı atla geçtiler. Bir İngiliz gemisi de Şimal denizinden onları 6 temmuzda İngiltere’ye ulaştırdı. Bu yolculuğun masrafı : İngiltere’den Kudüs’e, Kudüs’ten Halep’e kadar iki kişi, (orada kardeşi öldüğü için) Halep’ten İstanbul’a ve İstanbul’dan İngiltere’ye kadar bir kişi olmak üzere 480 altın tuttu. Bu mikdar mutattan çokmuş; Moryson kendilerinin, hastalık vs. yüzünden fazla masraf ettiklerini söylüyor. Bundan sonra Moryson, doğduğu Lincoln eyaletine giderek iki yıl kadar kardeşleriyle oturdu. O esnada hatıralarını biraz düzene koydu. 1600 yılında, İrlanda isyanını bastırmaya memur edilen Lord Mountjoy hizmetine baş katip olarak girdi. İrlanda’da üç yıl kaldı. Efendisi isyanı bastırıp, ayaklananların elebaşısı Tyrone teslim olduktan sonra Londra’ya döndüler. Fakat Mountjoy İrlanda umumi valiliğinden ayrılmaymca Moryson da hizmetinde kaldı. Ancak 1606’da efendisi birden bire öldükten sonra Moryson yıllardır tasarladığı eseri yazmağa oturdu. Önce, gezip gördüğü on iki ülkenin tarihlerinin özünü çıkarmak işine girişti. Fakat üç yıl çalıştıktan sonra bu özlerin çok vakit aldığını, seyahatnamesinin başına konmak için çok uzun olduklarını görünce bunları bıraktı. 1609’dan itibaren asıl seyahatlerini yazmaya koyuldu. Kitabı üç kısım olacaktı. Birinci kısım hatıra şeklinde, gördüğü her ülkenin coğrafyasını, şehirlerini, abidelerini, kullanılan nakil vasıtalarını, günlük yiyecek ve yem masraflarını verecekti. İkinci kısım yine hatıra şeklinde, İrlanda isyanını anlatacaktı. Üçüncü kısım on iki ülkenin halkını, tarihini, teşkilatını ayrı ayrı başlıklar altında tetkik edecekti. Mevzuu bu kadar geniş ölçüde ele almak, önce Latince yazıp sonra İngilizceye çevirmek, masraf olmasın diye çoğu kısmını kendi temize çekmek ve bir kısmını “eli ağır,, uşağına yazdırmak çok vakit aldı. 1617 yılında basılan Itinerary, eserin ilk iki kısmı ile üçüncüsünün yarısından teşekkül etmektedir. Eserin geri kalan kısmı için “henüz tamamen bitmemiştir, şu mevzuları ele alacaktır,, diyerek bir fihrist veriyor. Yazmanın sonundaki damgaya bakılırsa 1626 yılında bu kısmın yazılması da bitmiş ; resmi makamlara gösterilerek basılma izni alınmıştı. Fakat tesadüfler bu asır başına kadar basılmasını geciktirdi. Vasiyetnamesinden anlaşıldığına göre Moryson 12 şubat 1630 tarihinde ölmüştür. Son kısmın yazması Oxford kolejlerinden Corpus Christi Kolejinin kütüpanesinde 94 numarada kayıtlıdır.
Dipnotlar:
1 Son baskısı: Edward Webbe, Chief Master Gunner, His Travailes, 1590. Edited by Edward Arber, 1869.
2 İlk defa olarak Sir William Foster 1931’de, eldeki yazma vesikalardan bir kısmını kullanarak Hakluyt Society için The Travels of ]ohn Sanderson in the Levant 1584-1602. With his Autobiography and Selections from his Correspondence adlı cildi neşretti.
3 Hakluyt Society için James Theodore Bent 1893’te bu metne “Diary,, adını vererek, (on yedinci asır sonunda İstanbul’da bulunan rahip Covel’e ait hatıralardan bazı seçmelerle birlikte) Early Voyages in the Levant adlı bir ciltte çıkardı.
4 Bu eserin, tam olmamak üzere, yeni baskısı 1907 yılında Glasgow Üniversitesi adına Glasgow’da dört cilt olarak çıkmıştır. Bu makalenin metnine işlenen bütün cilt ve sayfa numaraları seyahatname metinlerinin bu sayılan baskılarına aittir.
5 İngiliz elçisi Barton’un Eğri seferini, o sırada elçilik katibi olarak yanında giden (daha sonra da elçi olan) Thomas Glover yazmıştır : Hakluyt Posthumus or Purchas His Pilgrimes, Contayning a History of the World in Sea Voyages and Lande Travells by Englismen and others Landon z625. (Yirmi ciltlik Glasgow 1905 baskısında) VIII, 304-320.
6 Sir William Foster neşrettiği cilde bu risaleyi almıştır (s. 65-82).
7 On beş sene sonra da Fynes Moryson İskenderiye ile Kahire arasında aynı şekilde haberleşildiğini tespit etmiştir: An Itinerary, II, 52.
8 Dallam “dagger,, demiyor, “scimitar,, diyor.
9 Kolej müsaadeyi tekrar tekrar uzatarak 1600 yılına kadar devam ettirmiştir.
O tarihte Moryson kendisi âzalıktan çekildi.

KaynakBelleten, Cilt: XV – Sayı: 58 – Yıl: 1951 Nisan, Orhan BURİAN

Music Player